28 Şubat 2011 Pazartesi

Bir çiçek Bin sevgi - Barbara Cartland

Yer: İzmir'in küçük bir kasabası
Mekan: Anneanne ve dedenin yaşadığı taş ev
Sorun: Herkesin uyumuş olması ve okuyacak kitap getirmeyi unutmuş olmak
Sonuç: Barbara Cartland okumak

Haftasonu İzmir'deydim. Tatilde gidemediğim için bir fırsatını buldum ve kaçtım İstanbul'dan. Kısa ama keyifli bir tatil oldu. Rutini sevdiğimi bir kez daha fark ettim. Yemek yedim, televizyonda magazin izledim, uyudum, uyudum ve Barbara Cartland okudum. Ve şunu fark ettim. Ben büyüdükçe, önyargılarım küçülüyor.

Ben romantik komedi filmlerini sevmem, kadınlar için yazıldığını düşündüğüm romantik kitapları okumam, daha doğrusu okumayı tercih etmem. Elbet bir adları vardır bu grup kitapların ama ben bilmiyorum, umarım anladınız neden bahsettiğimi. Duygusuz, hissiz bir insan elbette değilim ama aşkı, entrikayı bu kadar kelimelere dökülmüş, somutlaştırılmış halde görmeyi sevmiyorum sanırım. Herneyse. Haftasonu, anneannemlerin evinde kaldım bir gece. Bu ev aynı zamanda annemin de büyüdüğü ev. Yani onun tüm kitapları buradaydı fakat ben birkaç yaz önce hepsini kendi evimize kaçırmıştım. Anneanneme ise sadece eski dergiler ve birkaç kitap kalmıştı. O kitap istedikçe, annem ona götürüyordu. İşte geçen gece, herkes uyudu ve benim uykum bir türlü gelmedi. Belki de alışkanlıktan, okumadan birkaç sayfa uyuyamadım. Aksilik, yanıma kitap da almamıştım. Bari gideyim de burada kalan kitaplar nelermiş diye bakayım dedim. İşte sancılı saatler o zaman başladı. Seçeneklerim şunlardı: Çanakkale Şehitleri hakkında bir kitap, 1000 çeşit tatlı tarifi kitabı, 1980lere ait bir biçki-dikiş kitabı ve Barbara Cartland. Elimi kahverengi kalın kapaklı bu kitaba atmamla, unutulmaz bir gecenin kapısını çoktan aralamış ve mazinin boş günlerine el sallamıştım. Cartland artık yeni idolüm olacaktı...

Cartland, 1901 yılında doğmuş. 99 yıllık hayatı boyunca 723 kitap basmış. Evet yanlış okumadınız, 72 yazarken yanlışlıkla 723 yazmadım. Bence vaktiniz varsa, hayatını bir yerlerden bulup okuyun. Yazdıklarından daha ilginç olduğu kesin.

Elimdeki kitap kime ait bilmiyorum. Anneanneme ait olsa büyük olasılıkla müptelası olup daha fazla alır, seriyi tamamlardı diye düşünüyorum. Büyük olasılıkla, bir kitap değiş tokuşunun ailemden bana kalan mirası. Kitabımız Altın Kitaplar Yayınevi'nden 1986 yılında basılmış. Türkçe'ye Füsun Doruker tarafından çevrilmiş. Benim elimdeki kitap şu an çıplak, gömleği herhalde yıllar önce kayıplara karıştı. Kahverengi deri gibi bir kapağı var. Aslında çok da yabancı değilim ben bu kitaba. Şöyle ki, annem çalıştığı için ilkokula başlayana kadar, anneannemin yanında kaldım, annemler 2 günde bir gelip akşam beni görüp sabah işe gittiler. Bu dönemde en büyük zevkim yapboz yapmak, evcilik oynamak ve annemin kütüphanesindeki kitapları taciz etmekti. Taciz genelde, kitap gömleklerinin çıkarılması ve kapağa mürekkepli kalemle, iğrenç bir yazıyla kitap isminin yazımı ile başlar, boş sayfalara resim çizmekle devam ederdi. Bu kitabın kapağında da var, ama pek belli olmuyor. Bir de hani kitabın son cümlesi sayfanın ortasına gelir ya, işte ben kalan boşluğa bizim bir son yazmamız istendiğini düşünür ve kendi alfabemle yaratıcılığımı konuştururdum. Bunları yaparken 5 yaşlarındaydım ve okuma bilmiyordum, bilsem belki biraz daha saygılı olabilirdim. Neyse, kitaba dönelim. 

Ben okumaya başladım ve yaklaşık 45 dakika içinde bitti kitap, inanın siz olsanız 30 dakika bile sürmezdi. Çünkü cümleler daha çok şöyle: 
"Prens Albert dans edenleri izledi"
"Langstone Kontesi çok güzeldi"
"Dük Tynemouth çok yakışıklı bir o kadar da centilmendi"
"Mumlar çok parlaktı, pırlantalar da parlaktı"
"Honora utandı"
"Honora üzüldü"
"Honora ağladı"
Garip durum da şu. 255 sayfalık bu kitap, 175. sayfada bitiyor ve ardından Rachel Lindsay (takma isim olduğu çok belli) adlı diğer bir yazarın Mavi Gül adlı hikayesi başlıyor. Zaten Cartland'ın hikayesi o kadar *pat* diye bitiyor ki neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Ben Cartland'ın bölümünden bahsedeceğim.

1845'lerde İngiltere'de geçen bir hikaye bu. Yakışıklı Tynemouth Dükü Ulric ve onun yasak aşk yaşadığı Langstone Kontesi Aline hikayemizin baş kahramanları gibi gözükse de sonradan ortaya çıkan Honora, her şeyi tepetaklak ediyor. Aranızdan kimsenin gidip de bu kitabı okumayacağını düşünerek, olan biteni tüm çıplaklığıyla anlatıyorum. Eğer ben okurum, gizli kalsın bir şeyler diyorsanız, burada aramızdan ayrılabilirsiniz, bir sonraki yazımızda görüşmek üzere! Evet, nerede kalmıştık? Aline ile Ulric bu yasak aşkın pençesinde kıvranıp durmaktadırlar. Aline kötü bir kadındır, Ulric gün geçtikçe ona bağlanmaktadır. Sonra bir gün Ulric, Kraliçe'nin onu bir Alman Prensesi ile evlendirmek istediğini öğrenir. Cartland'ın Alman ırkı ile ne gibi bir alıp veremediği olduğunu inanın bilmiyorum fakat yazarımızda derin izler bıraktıkları kesin. Alman Prensesi'ni yerin dibine soktuktan sonra Aline, Ulric'e bir planla gelir. Kocasının yeğeni, Honora'nın Floransa'da manastırda aldığı eğitim bitmek üzeredir. Ulric Kraliçe'nin isteğinden önce bu kimsesiz kızla evlenirse hem bu iki aşık daha rahat görüşebileceklerdir, hem de Alman Prenses'ten kurtulmuş olacaktır. Başta hayır dese de, Ulric de razı olur ve düğün gerçekleşir. Honora'ya gelirsek, anlatmakla olmaz, sırf bu kız için bence okunabilir bu kitap. Öyle saf ve temizdir ki Honora, 18 yaşında olmasına rağmen çocuğun nasıl yapıldığını bilmez. Ne tesadüftür ki, evlendikleri gece dışarıya hava almaya çıktığında, genelev sakinleri tarafından kaçırılır. O genelevi, tiyatro sanar ve kocasının onu kurtarmasını bekler. Çok da uzatmadan hepinizin tahmin ettiği sonu söyleyeyim. Başlarda birbirlerine alışamasalar da zamanla, aşk filizlenir ve Ulric Aline'i hayatından *çat* diye çıkarır. Genç ve masum Honora ile mutlu mesut yaşarlar.

Kitabı elimden bırakamadım. Bu samimi bir itiraf. Öncelikle okuması çok kolay, anlattıkları Türk dizi sektörünün de katkılarıyla bana çok uzak konular değil. Aldatmanın üçlü, beşli kombinasyonlara kadar gidebileceğini gayet iyi biliyoruz. Ben bu kiabı okuduktan sonra şunu düşündüm ve sizlerin ne düşündüğünü merak ediyorum. Kadının güzelliği. Bakım, estetik vb. şeylerden bahsetmiyorum. Katıksız güzellik benim üstünde durmak istediğim. Bazıları bu konuda daha şanslı oluyor artık genlerden mi, yediğinden içtiğinden mi bilemiyoruz. Kitapta güzel bir kısım varsa o da kadın güzelliğinin hangi kapıları açtığıydı (bir de kıyafetler anladığım kadarıyla epey hoş). Honora mesela. Annesi, babası yok. Parası da yok. Sadece zengin amcası var ama ona da yük olmak istemiyor. Elindeki tek sermaye güzelliği. Kaba bir anlatım oldu ama böyle. Sadece Honora değil, isimlerini bilmediğimiz bazı adsız kızlar, kötüleşen aile ekonomisinin tek umudu. Başlık parası değil buradaki mesele. Evlendikten sonra damatlar bir gelir kapısı olarak görülüyor anladığım kadarıyla. İşte bu nedenle kızlar, kadınlar güzellikleri konusunda rahatsız edici derecede takıntılılar. Şimdi nasıl peki, günümüzde? Elbette istisnalar vardır ama en azından benim çevremdeki kadınlar, kızlar kendilerini iyi hissetmek için kendilerine bakıyor ve özen gösteriyorlar. Geleceği garantilemenin bu yoldan olamayacağını bilen insanlar arasındayım anlayacağınız. Güzellik geçicidir, önemli olan iç güzelliğidir gibi kalıplardan bahsetmedim farkındaysanız. Bence gerçekçi olmalıyız. Eğer makyaj yapıyorsak, sokağa çıkarken saçımıza fön çekiyorsak bunun tek nedeni karşı cinsi etkilemek olamaz, olmamalı. Samimi olalım. Bir erkeğin size iltifat etmesi güzeldir ama aynaya baktığınızda dönüp bir daha bakmak istemek ondan daha güzeldir, bence. 

Zamanla kadınlar mı değişti yoksa erkekler mi? Yoksa değişen hiçbir şey yok, balo salonlarının yerini okul kantinleri, parfüm sıkılmış mektupların yerini Twitter mesajları mı aldı? Bence kadınlar, erkekler, alışkanlıklar kısacası her şey değişti. Artık hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz. Bu nedenle niyetimizi de 140 karaktere sığacak kadar kısa ve öz tutuyoruz. Tek değişmeyen entrika oldu belki de. Kısacası, herkes bir gün 15 dakikalığına kendini bir entrikanın içinde bulacak. O 15 dakikanın artması ya da azalması ise size ve içinizdeki Barbara Cartland'a bağlı.

İlişkileriniz çok mu monotonlaştı? Kendinizi dantel elbiseler içinde, balo salonlarında, birbirinden yakışıklı düklerin kollarında dans ederken hayal etmek istiyorsunuz ama hayalleriniz için yeterli görsel malzemeniz mi yok? Bir çiçek Bin sevgi tam da size göre! Başlık nereden geliyor, inanın fikrim yok. Ama aşk da biraz böyle değil midir? Eğer  böyle her şeyin altını deşersek, ayaklarımız yere hep böyle inatla basarsa, ayaklarımızı yerden kesecek Dük'ü daha çok bekleriz!

Ufak bir sürpriz! Sıradaki yazar...

Barbara Cartland


Bunu beklemiyordunuz, biliyorum
Eğlenceli bir yazı sizi bekliyor!
Akşama...

24 Şubat 2011 Perşembe

Gözlerindeki şu hüznü gidermek için ne yapmalı? - Gülayşe Koçak

Kadınlar. Erkekler. Aşk. Aldatma. Affetme. Aşk. Ayrılma. Barışma. Aşk. 

Her insan gibi ben de ara ara düşünürüm ilişkileri. Şimdi bu yazı birazcık ilişkilerden dem vuracak, ama çok da derinlere inmeden. Çünkü derinlere inmek kişinin kendinden bahsetmesini gerektirir, bunu da yapmak istemiyorum çünkü buranın bir kitap blogu olarak kalmasını daha çok istiyorum. Olmasına olur da erkek okuyucularım bir yerden sonra benim kafa karışıklığımdan usanabilir. Yoksa ben de sizlerle sonsuza dek erkekleri çekiştirmek isterim, kızlar. Doğamda var çünkü. Vakit kaybetmeden hemen yazara ve kitaba geçelim.

Gülayşe Koçak, 1956 yılında New York'ta dünyaya gelmiş, doğduğu şehrin, eksiksiz her ülkeden insan bulundurmasından mı etkilenmiş yoksa sadece anne baba peşinde sürüklenmekten mi bilinmez, büyüdükçe yeni yeni şehirlerde yaşamış, yeni insanlar tanımış. En az ismi kadar güzel bir kadın. Ama ben en çok ismini sevdim. Sonra da kelimeleri yan yana getirişini. 



Benim okuduğum baskı, kütüphaneden ödünç alınma. Benden önceki kısa süreli sahibi pek nazik davranmamış. Ben kahve dolu koca bir kovaya düştüğüne inanıyorum, hali perişan. Kitap kapaklarına olan ilgimi biliyorsunuzdur artık. İlginç bir şekilde kitap isimleri ilgimi o kadar fazla çekmez. Genelde az kelimeli adlardan hoşlanırım hatta biraz gizemli olsun isterim şarkılarda olduğu gibi. Hani bir şarkı vardır adını bildiğiniz ama dinlememişsinizdir henüz. Şarkı çalmaya başladıktan sonra ismini nereden aldığını tahmin etmeye çalışırsınız. Benimki de aynı hesap. Ben bu kitabın ismine bayıldım. Çok duygusal geldi bana. Ben ki suyu çıkmış duygusallıktan ve romantiklikten pek hoşlanmam. Gözlerindeki şu hüznü gidermek için ne yapmalı? Hem sevecen hem aşık hem de çaresiz birinin ağzından çıkabilecek kelimeler bunlar. Gerçek ve duru.

Kitap 1997 yılında, Oğlak Yayıncılık tarafından basılmış, yazar tarafından annesi ve babasına atfedilmiş. Kapağın çok hoşuma gittiğini söyleyemem fakat arka kapakta yazarın fotoğrafı görülmeli. Çok genç ve çok samimi.

Ve kitap. Bana olmadık bir zamanda, ilişkileri sorgulatan kitap. Kimler var peki? Yasemin, Mehmet ve diğerleri. Onlar gerçek anlamda diğerleri benim için, adları olmasına rağmen. Yasemin ve Mehmet evli. Çok mu birbirlerine aitler, bağlılar da diğer karakterlere diğerleri dedim? Hayır. Çok kendilerine aitler. O kadar kendilerine ait kapalı dünyaları var ki, bir çiftten çok otobüs yolculuğunda yan yana koltuklara düşmüş iki kişiyi çağrıştırdılar bana. Yasemin ve Mehmet'in, her çift gibi sorunları var. Erkek sevgisini gösteremiyor, kadın sevgiye dokunamadıkça emin olamıyor. Aldatan var, aldatılan var. Ama aldatma gerçek anlamda bir aldatma mı kimse emin olamıyor. Bir de çok büyük bir vazgeçiş var. Kitabı okursanız, hele bir de kadınsanız eminim çok etkileneceksiniz. Hoş, bundan etkilenmek için kadın olmanıza gerek de yok. Neyse. Bundan daha fazla bahsetmiyorum, yoksa tüm heyecan kaçar. 


Bu kitabı okuduktan sonra, çoktandır ilişkileri bu kadar güzel inceleyen bir kitap okumadığımı fark ettim. Belki de kendi ilişkime o kadar dalmıştım ki, diğer ağızlardan başkalarının ilişkilerini dinlemek bana zor geldi. Aslında parmaklarımın kopmayacağını ve sizi de sıkmayacağını bilsem kitapta daha doğrusu anlatıda bahsedilen her konuya söyleyecek bir söz bulurum ama ben içlerinden birini seçtim. Aldatmak.

Aldatmak kötüdür. Aldatılan taraf üzülür. Aldatan da üzülür ama aldatma eyleminin getirdiği ayakların yerden kesilmişlik duygusu yerini vicdan azabına bıraktıktan sonra. İnsan aldatır. Bence herkes aldatır. Her aldatan en derin acıları, bedduaları hak etmez. Bence aldatır çünkü özlediği bir şeyler vardır. Aldatmanın elbette türü, cinsi olmaz ama benim bahsettiğim aldatmayı anlamışsınızdır umarım. Zaten her gün yeni biriyle beraber olup, ertesi gün x yerine y'nin yanında uyanmak değil bahsettiğim. Özellikle uzun süreli ilişkilerde, uzun süreli olmasa da kıyasla biraz daha derinliği olan ilişkilerde olandan bahsetmek istiyorum. Ne diyorduk... Evet. Aldatır bazıları çünkü tutunmak ister bir şeylere, özellikle hayatı ve benliği gittikçe silikleşirken. Aldatmanın savunulacak bir tarafı yok. Sizi seven birini böyle derinden yaralamanın da telafisi çoğu zaman olmuyor. O kişinin sizden sonraki ilişkilerinde yaşayacağı güven problemine yaptığınız katkılar da cabası. Benim karşı çıktığım aldatmanın hala dünyanın en garip şeyi gibi karşılanıyor olması. Sanki adam/kadın sizi aldatmıyor da her gün palyaço makyajı yapmadan sokağa çıkamıyor ya da akşamları kaktüs yemekten hoşlanıyor (kabul, garip örnekler oldu ama siz anladınız demek istediğimi). Normalleştirmek kabul etmeyi de beraberinde getirir mi? Kabul etmek bizi küçültür mü? Bu zamana kadar çok fazla kafa yormamıştım açıkçası bu konuya, ve üzerine yazmanın bu kadar zor olacağını da tahmin etmemiştim. Neresinden tutsam ayrı yeri elimde kalıyor, benden nefret etmenizden korkuyorum. Kısacası, her şey insanlar için deyip işin içinde çıkmak istiyorum. Hepimiz mutlu olmanın yollarını arıyoruz. Kabul etsek de etmesek de, hayattan daha fazla zevk almak için yapmayacağımız şey yok. Çıkış yollarımız, kaçışlarımız farklılaşabilir. İşte tam da bu noktada aldatmak bazıları için çözümdür. Siz ister bunu korkaklık ister ahlaksızlık adı altında gruplayın. Ben geçen 2 senede, insanları yargılamamayı öğrendim hala da öğreniyorum. Belki de bundan bu saflığa yaklaşan anlayışlı yaklaşımım. Aldatanlar hep oldu, olacak. Aldatmanın tanımı hiçbir zaman yapılamayacak, aynı aşkın tanımının yapılamadığı gibi.


Kitaba geri dönelim. Ben Yasemin karakterini çok sevdim. Müziğe ve kedilere olan tutkusuna imrendim. Kedisinin adı Osman'dı bu arada. Bir de gelgitleri o kadar gerçekti ki Yasemin'in. Mesela eski kocası Okan. Artık evli bir kadın ve onu düşünmek istemiyor, yeni kocasıyla karşılaştırmak istemiyor. Ama ne oluyor ediyor, duyduğu müzik, gördüğü bir çorap bile ona Okan'ı hatırlatıyor. En fenası da bu değil midir zaten? Düşünülmemesi gerekenin olur olmadık yerlerde akla düşmesi, iradenizi zorlaması, en sonunda da sizi vicdanınızla başbaşa bırakması. Ben işte bu ikilemlerini ve içinden çıkamayışlarını sevdim Yasemin'in. Hayata birçok kez yenilmiş, çok zor zamanlar geçirmiş. Okuyucu olarak bir başarı hikayesi beklemedim deği zaman zaman. Ama onun vakur kaybedişlerini izlemek daha güzeldi. Çalışan kazanır ama debelenirken bu kadar asil ve kibar olmayı bir tek o kotarabilirdi bence.

Kadın, erkek. Evli,bekar. Bunun bir önemi yok sanırım. İki farklı cinsiyetin hayatları boyunca bir şeyleri paylaşmak için hem deli divane hem de ölesiye bir çatışma içinde olacaklarını anladıktan sonra hepimizin aklını meşgul ediyor ilişkiler, getirdikleri ve çoğu zaman götürdükleri. Ben bu kitabı sevdim. Karakterlerin yaş ortalamasının 40 olması ve evlilik hayatının incelenmesi nedeniyle kendimi dışlanmış hissetsem de, dışarıdan bir göz olarak bakmaya çalıştım. Şaşırdım, evlilikten korkmadım ama sonsuza dek bağlanma fikrine bir kez daha uzaktan merhaba dedim. Kimimiz Mars'tan, kimimiz Venüs'ten. Paylaşacak şeyler oldukça, uzayın hangi derinliğinden geldiğimizin ne önemi var?

İlişkileri özetlemeye aday birkaç cümle kitaptan. İlki Yasemin'in, ikincisi Mehmet'in ağzından:

"Doyurmuyor beni, sevginin dolaylı, dolambaçlı ifadeleri! Ben sevgiyi duymak, bunu kulaklarımda bangır bangır, dünyanın en aptal kadının anlayabileceği basitlikte iki sözcüğe indirgenmiş haliyle duymak istiyorum, çünkü iş, bir başkasının sevgisini yüreğimin derinliğinde duymaya, bu sevgiye inanmaya gelince, evet, dünyanın en aptal kadınıyım!"

"Sevgimden hep kuşku duyuyorsun, değil mi? Şu an gözlerini açsan, gözgöze gelsek, ağzımdan duymayı tutkuyla arzuladığını çokiyi bildiğim kelimeleri bakışlarımdan okuyabilsen... Çünkü kelimeler zor şeyler, tehlikeli, bağlayıcı şeyler... Hele de coşku, sevgi üzerine olunca... Diğer yandan kelimeler sathi ve öylesine de basittir ki... Herkes konuşabilir, söyleyebilir... Hiç anlayamıyorum; sen ki her şeyi derinlemesine düşünür ve hissedersin, nasıl oluyor da bu konuda verebildiğimle, duygularımla yetinemiyor, bunları basit, dudaklarımdan dökülmüş kelimeler halinde duymak istiyorsun ille? Benim gibi biri için bunun ne kadar güç olduğunu niçin göremiyorsun? Konuşmak değil, susmak öğretildi bize. Konuşmak değil, susmak erdemdi. Duygu ifadelerine gelince: Ne tuhaf şey; öfkemizi ne rahat ortaya dökeriz; sözlerimizle, yüz ifademizle, ses tonumuzla karşımızdakini kolaycacık ezer geçeriz... Öyle kolaydır ki bu, hiçbir planlamaya gerek göstermez. Halbuki sevgi... Sevgi öyle mi ya?"

Mars ve Venüs'ün arasındaki uzaklık 56,3 milyon kilometre. İki dudak arası mesafe ise bir, bilemedin bir buçuk santim. Sadece iki kelime demeyin. O dudaklardan çıkan kelimeler zaman zaman milyonlarca kilometre uzaklığı aşar da gezegenleri buluşturur. 

Hal ve gidişat

Merhaba herkese,


Az sonra gelecek olan yeni kitap yazısından önce ufak bir şey yazmak istedim. Başlıyorum.


Öncelikle belirtmeliyim ki, bu benim ilk blogum, akabinde ilk twitter deneyimim. Hala Facebookum yok, neden diye sormayın, cevabı ben de bilmiyorum. Neyse. Şunu sormak/demek istiyorum: Bu acemilikle eminim bir sürü hata yapıyorum. Hata şimdi kulağa çok acımasız geldi ama eminim keşke şöyle şöyle olsa dediğiniz yerler vardır. İşte bunları bilmek çok isterim. Yazının altına yazmak istemezseniz mail de atabilirsiniz. Yazılara gelen yorumlara o kadar seviniyorum ki, anlatamam. "Oh! Çok şükür, okunuyorum" rahatlaması değil bu kesinlikle. Bir şeyleri beraber düşünmeyi seviyorum yüzlerini bilmediğim, bilsem de oturup karşılıklı çay/kahve içmişliğim olmayan kişilerle. İşte bu tanışmamışlık hissine rağmen benzer şeylerden zevk almak herhalde yazmaya teşvik eden, yazdıklarınıza gelen yorumlara sevindiren.


Kısacası. Yorumlarınızı merakla bekliyorum. Belki çok uzun yazıyorum, ki öyle, okuldan gelen bir alışkanlık, olabildiğince çok konuya değinmek istiyorum. Belki bu yorucu oluyordur. Belki de kitap hakkında daha fazla/az bahsetmemi istersiniz, bunda da anlaşırız. Yani demek istediğim, vaktiniz oldukça, canınız istedikçe yazın, hep beraber konuşalım kitapları. Kitapların yetmediği yerlerde, canımızın istediğini konuşalım ya da susalım. 


Hepimizin işleri, sıkıntıları ve yetişmesi gereken yerler var. Yine de bir düşünün, sevdiğimiz şeyler hakkında konuşamayacak kadar yorgun ve yoğunsak, birazcık kendimize zaman ayırmanın vakti gelmemiş midir?


Sevgiyle,


Kedi.

23 Şubat 2011 Çarşamba

3. mini anket sonuçlandı!

Bu seferki mini anket sorusu, kitap okurken sayfalara not almakla ilgiliydi, hatırlarsınız. Önemli gördüğünüz, hatırlamak istediğiniz kısımların altını çizmek de buna dahil. Sonuçlara gelirsek...

Ankete 27 kişi katılmış
3 kişi, ben kitaplarıma dokunamam, asla işaretleme yapmam demiş
10 kişi, evet evet ben genelde karalarım bir şeyler sayfalara demiş
14 kişi de, eh işte ara sıra demiş

Ben ne dedim peki? Bazen dedim. Ama tabi bu elimdeki kitaba göre değişir. Eğer ders için okuduğum bir kitapsa, kurşun kalemle (uçlu kalem sevmiyorum) ufak işaretlemeler yaparım. Keyfi okuduklarımda ise ufak post-itler kullanıyorum, size de öneririm. Bir de ben kütüphaneden çok kitap alıyorum, her ne kadar bazı zeki insanlar hunharca karalasa da bu kitapları ben yapamıyorum. Çıktısını aldığım akademik makaleleri okurken ise renk renk fosforlu kalem kullanıyorumi favorilerim de mavi ve pembe.

Ben kitap sayfaları üstünde işaretleme yapmakta hep kararsız kalıyorum. "Aman sen de, bu da sorun mu!" demeyin, bence önemli. Kitaplar tertemiz kalsın demiyorum ama açıkçası sapsarı fosforlu kalemlerle işaretlenmiş bir kitap da bence biraz sevimsiz. Her neyse, kitaplar okundukları sürece sayfalara bizim eklediklerimizden pek şikayetçi değillerdir herhalde... 

Kendi tarzını paylaşan herkese teşekkürler (:

4. ankete göz atmayı unutmayın!

22 Şubat 2011 Salı

Hayatımın ilk MİMi !

1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
Kahve içmezsem, kütüphaneye gitmezsem, elimi kağıtla kesmezsem...

2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Yok sanırım, zaten o kadar az uyuyorum ki... Ama belki güzel ama pahalı bir kitap ya da dudak koruyucusu (milyonlarca olduğu için kendime yasak getirdim)

3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Şambali (bir İzmir tatlısı)

4-Uğurun var mı, uğurun?
Maalesef yok, kedimi saymazsak. Ama o da her yere taşınmaz ki...

5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Lacivert 

6-En sevdiğin takın:
İnci küpelerim

7-Takıntın?
El yazım sürekli değişir, bir kaç gün üstüste aynı yazı stilini koruyamam. Kalem-kağıttan bahsediyorum, ajan olabilirmişim, yazımı kimse bilemezdi. Ciddi bir takıntı olduğunu düşünüyorum.

8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?
Moskova- özledim, Libya'yı merak etmekteyim ama korkabilirim, cayabilirim. Tekrardan, Fas.

9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
By this river - Brian Eno
Mental - Eels

10-Solunda ne var?
Masanın üstünde: yarına yetiştirmem gereken Türk Siyasi Ekonomisi adlı dersin okumaları, bir adet mor renkli fosforlu kalem, bir taneyle yetinemediğim ikinci soda şişesi, kumanda, aseton (!), dudak koruyucusu, kalem kutusu.
En en solda, tuvalet kapısı.

20 Şubat 2011 Pazar

Sırada ne var?

*
Gülayşe Koçak

Biraz da kadın-erkek ilişkilerine bakalım
Kitabın adı, Gözlerindeki şu hüznü gidermek için ne yapmalı?
Giderilir mi o hüzün? Kim giderir?
Soru çok, tahmin edersiniz...
Az kaldı.

18 Şubat 2011 Cuma

İkinci mini anket sonuçlandı

Biliyorum çok yaratıcı bir soru değildi. Fakat ben merak ediyorum insanların nereden kitap alışverişlerini yaptıklarını. 


Soruya 35 kişi katılmış, cevaplar şöyle olmuş

11 kişi (%35) - internet 
27 kişi (77%) - kitabevi 
14 kişi (%40) - sahaf demiş


Ben Amazon'dan 1-2 kere burada bulamadığım kitapları getirtmiştim. Onun haricinde internet üzerinden hiç kitap alışverişi yapmadım. Daha doğrusu internet üzerinden alışveriş yapmıyorum. Nedenini gerçekten bilmiyorum. Başlarda güvenli olmadığına inanıyordum fakat artık son derece güvenli yollardan alışveriş yapılabildiğine ikna oldum. Sanırım sadece alışamadım.


Kitabevi olarak da en çok Kadıköy'de bulunan Penguen'den kitap alıyorum sanırım. Aradığım her kitabı da buluyorum. Bir de İçerenköy Karfur'daki Remzi Kitabevi. Evime yakın oluşu nedeniyle oraya da epey sık uğruyorum.


Sahaflara gelince daha önceki bir yazımda dediğim gibi bu konuda çok deneyimli değilim fakat öğreniyorum. Sahaf severlerin internet alışverişi severleri geçmesine şaşırdım, birazcık da sevindim.
Cevaplayan herkese teşekkürler. 


3. soru hazıır!

15 Şubat 2011 Salı

Perşembe'ye kadar panikteyim, beklerim

Sağır Sultan ve reayası duydu, siz de duyun, neden yeni kitap yazıları yazamadığımın üzerinden hep beraber bir kez daha geçelim.


Yarın lisansüstü için başvurduğum üniversitenin yazılı sınavı, Perşembe de mülakatı var.
Bu nedenle başvuracağım bölümle alakalı, alakasız hep okuyorum. 
Yolda okuyorum, yemek yaparken okuyorum (okuma tablası aldım, öneririm), yatarken okuyorum, uyanınca hala okuyor oluyorum.


Yani, Perşembe'den sonra kitap yazılarım yayınlanmaya devam edecek. O zamana kadar panikle etrafta dolanıyor ve sakinleştirilmeyi bekliyor olacağım. 


Şans dilerseniz çok sevinirim, Twitter'dan dileyenler oldu bile, umarım işe yarar tüm iyi niyetiniz. Mülakat sırasında panikleyip mekandan koşarak uzaklaşmasam bana yeter.


Bu durumun kedimin pek umrunda olduğunu söyleyemeyeceğim. O ayağını yemekle meşgul son birkaç gündür.




Keyifli ve bol okumalı günler dilerim, Perşembe'ye kadar


13 Şubat 2011 Pazar

Kasabalı kedi


Ocak-2010, İzmir

Küçük kasabanın taş evlerinden birinde
Avluya bakan balkonda
Bana bakan kedi

Fotoğraf Makinası - Jean Philippe Toussaint

Bu aralar içerisinde can sıkıntısı barındırmayan ama beni içten içe kemiren bir huzursuzluk halindeyim. Bu sebepten ötürü kitaplara gömülüyorum ki beynimin kıvrımlarında dolanan soru işaretleri ilgilerini benden alıp kitaba yöneltsinler. Bu sıradışı huzursuzluğun kaynağına gelirsek- daha önce bahsetmedim diye hatırlıyorum, yüksek lisans için başvurduğum okullardan birinin yaklaşmakta olan yazılı sınav ve mülakatı. Evde kendimi mülakata alıyorum, kendi kendime konuşuyorum, cevaplar veriyorum, yanıtları beğenmeyince de kendimi kovuyorum. Kısacası yüksek lisansa kabul almış aynı zamanda ruhsal sorunları olan biri olmam an meselesi.

Bu benden kısa haberler faslından sonra gelelim kitaba! Dediğim gibi bugün evden çıkmadığım için bol bol okudum, kahve içitim, camdan top oynayan çocukları izledim. Bu kitap olmasaydı günüm güzel geçmezdi, eminim. 

Jean Philippe Toussaint (tusse diye okunuyormuş) 1957, Brüksel doğumlu, epey tanınan bir yazar. Aslında Siyast Bilimi eğitimi almış üniversitede. Biyografisinden Suç ve Ceza'yı okuduktan sonra yazmaya başladığını öğreniyorsunuz. Şu ana kadar 9 kitap yazmış, Türkçe'ye çevrilen kitapları ise Mösyö ve Banyo.  Oldukça yetenekli bu yazar, yazı yazmanın dışında fotoğrafçılık ve film yapımcılığı da yapıyor. Toussaint hakkında daha fazla bilgi almak istiyorum, ne kadar ilginç bir yazar diyorsanız buraya tıklayıp, kendi sitesine gidebilirsiniz.

Benim okuduğum kitap, okul kütüphanesinden ödünç alınmış, saman kağıdına basılmış, eskice bir kitap. İlk baskısı I'appareil-Photo olarak 1988 yılında yayınlanan bu kitap, 1992 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından basılmış. Fransızca'dan çeviriyi Uğur Ün yapmış, ben çok beğendim, daha iyi bir çevirisi olamazdı diye düşünüyorum. Kapağa gelirsek bence oldukça sevimli ve ilgi çekici.

Kitapta bir kadın ve bir erkek var. Erkeğin adını hiç öğrenmiyoruz, merkezde olmasına rağmen. Yalnız bir adam fakat ne kendirini acındıran ne de sizin acımak isteyeceğiniz türden. Çünkü garip. Rahatsız etmeyen bir sıradanlığı var. Sürekli düşünüyor ama daha önce tanıştığım karakterler gibi o düşünürken dünya durmuyor. Trafik akıyor, insanlar doğuyor, ölüyor ve o düşünmeye devam ediyor. Toussaint'nin bu kitabı tamamen bilinç akışı üzerine kurulu ama güzel olan ana karakter bunu yaparken dünyadan kopmuyor, tam tersine onun algılarındaki değişim hayata daha kolay ayak uydurmasını sağlıyor. Karakterin bir adı yok. Bence adı konmayacak kadar silik bir kişilik değil, sadece düşüncelerinde zaman zaman kaybolan bir gezgin.

Olaylar Paris'te bir sürücü kursunda başlıyor. Bir de kadın var, adsız adamın sevgilisi, Pascale Polougaievski. Genelde uyuyor, uyumadığı zamanlarda da uykusu var, esniyor. Sürekli düşünen, var olmasının kanıtı sürekli düşünmek olan bir adamın yanında düşüncelerden uzak boşlukta süzülen bir kadın. Adam sanki her ikisi yerine de düşünüyor. Mükemmel çift bu olmalı! Diğer karakterlere gelirsek, görüyoruz ki hepsi sorunlu. Sorunludan kastım, hepsinin ufak takıntıları, gariplikleri olması. En tasasız olanının bile kafasını ileride birgün ayak başparmağında tırnak batması olma ihtimali kurcalıyor. 

Toussaint'nin dili hoş, okuması keyifli. Diğer bir hoşluk ise yazarın metinde kullandığı parantezler. Birazdan okuyacağınız alıntılarda ne demek istediğimi anlayacağınızı düşünüyorum. Bir nevi iç ses olan bu parantez içleri o kadar eğlenceli ki, tek düze olayları dinlerken adsız karakterin ağzında, çoğaldıklarını görüyorsunuz. Fakat heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya çalışıyorsa, size kendini açıklayacak zaman bulamıyor, es geçiyor.

Kitabın adına, fotoğraf makinasına çok değinmek istemiyorum, bu kısmı size bırakıyorum. Kitabı okursanız, neden size bıraktığımı da anlayacaksınızdır. Yine de ufak bir soru. Sizce karakterin fotoğraf konusundaki ufak saplantısı, çekincesi, merakı; fotoğraf makinasının, beyninin detayları yakalama konusundaki hızına yetişemeyeceği endişesinden olabilir mi? Bence olabilir...

Okumam boyunca sadece adsız adama yoğunlaşabildim. Ne Paris'ten Londra'ya değişen mekan ne de araba yolculukları ilgimi çekti. Yersiz bir şefkat ve ilgiyle, bu adama acısam mı diye düşündüm. Acıyabilirdim çünkü yalnızdı, sürüş dersi vermesi için ücret ödediği hocalarıyla ödeme yaptığı süre içerisinde kahve içip sohbet ediyordu. Acizdi aynı zamanda. Bir erkek olmasına rağmen ehliyet belgesi alabilmesi için çektirmesi gereken fotoğrafı bir türlü çektiremiyordu, doldurulması gereken gaz tüpünü bile boş geri getiriyordu. Oysa o bir erkekti. Düşünmek yerine eyleme geçmeliydi, böyle kime ne faydası vardı ki? İşte bu noktada anladım ki, karşı çıktığım cinsiyetçi yaklaşımın ağına düşmüştüm. Kafamda erkeklere ben de roller biçmiştim ve dışına çıkanları aciz ve zayıf olarak yargılıyordum. Kadının adı yoktu, hala yok. Bu adamın da yok ve ona bir tokat da ben vurmuştum. Bir adım attım, ona bir isim verdim, sıradan klasik bir Fransız ismi: Pierre. Altını doldurmak, ismin hakkını vermek ona kalmış.

Ben çok sevdim bu kitabı. Bu kitabın belirsizlikleri beni hiç yormadı, can sıkıcı bir merak yaratmadı. Birkaç alıntı size daha iyi fikir verebilir.


"Gördüğüm kadarıyla yöntemim konusunda yanılıyordu; ilk bakışta oldukça anlamsız görünen yaklaşım tarzımın, bir bakıma tıpkı çatalınızı başarıyla batırmadan önce bir zaytini yormanız gibi gerçekleri yormaktan başka bir amacı olmadığını ve işleri aceleye getirmeden yapmak huyumun bana zarar vermek bir yana, koşullar olgunlaştığında seçimimi yapmama elverişli bir zemin hazırladığını anlamıyordu."

"Tüpü bagaja yerleştirdim ve arabayı çalıştırdığı sırada yanında yerimi aldım (nasıl da bir çift oluşturuyorduk güzel Allahım)."

"Birinci vitese aldı ve bir okul arabasının ardından ısrarla klakson çala çala hareket etti; hala uykulu bir hali vardı, yanında kendimi bir hoş hissediyordum (belki de yakalandığım şu gribal durum aşkın ta kendisiydi, kim bilir)."

"Bir süre geçmişti, bakışlarım sabit, oturmuş duruyordum, iyice düşünceli, sakin, derinlere dalmıştım; doğrusunu söylemek gerekirse işemek bana çok iyi geliyor, düşünmek için diyorum. Ben zaten bir şeyin üzerine oturur oturmaz, on saniye geçmeden, usumun bana her defasında sunduğu bulanık ve düzenli bir dünyanın içine mutlulukla gömülüyor, böylece dinlenen bedenimin de yardımıyla düşüncelerimin içinde sıcak sıcak kendimi koruyordum; bu durumdan sıyrılmak için günaydın dedim kendi kendime."

"Terk ettiğim mekan belleğimden ağır ağır kayboluyordu, yaklaşmakta olduğum ise hala uzaklardaydı. Sanserden küçük bir yudum aldım, ve yanımda boş bir sıra üzerinde unutulmuş bir fotoğraf makinesini fark ettim. Siyahlı gümüşi renkli sıranın bir girintisine sıkışmış küçük bir enstamatikti bu."

"Bu fotoğraflardan sonuncusunda, bir kamu binasının demir parmaklıkları önünde birikte resim çektirmişlerdi. Adam genç kadını belinden tutuyor, ikisi de yapmacıklı bir tavırla objektife gülümsüyorlardı. Bu görünürde suya sabuna dokunmayan fotoğraflarda, hiçbir zaman içine giremeyeceğim bir mahremiyet dışında, tedirgin edici bulduğum, bunlardan yayılan bir tür istemdışı patavatsızlıktı."


11 Şubat 2011 Cuma

Birinci mini anket sonuçlandı!

Sorumuz sizlerin de bildiği gibi yaz kitabı kış kitabı ayrımı ile ilgiliydi

37 kişi oy kullandı
8 kişi kuralları olduğunu, yazın başka kışın başka kitap okuduğunu belirtti
29 kişi ise her mevsim her kitabı okuyabileceğini iddia etti
sonuçları zaten görebiliyordunuz, özet geçmek istedim (:

Benim seçtiğim kitaba evrensel (!) mevsimlerden çok kişisel mevsimim karar veriyor sanırım

Oy kullanan herkese teşekkürler!


2. mini ankete de bakmayı unutmayın.


10 Şubat 2011 Perşembe

8 Şubat 2011 Salı

Bir Sirk Geçiyor - Patrick Modiano


Ve sonunda bitti. Bu kitaba başladığımdan beri evimi iki kez temizledim, saçlarımı kestirdim, yeni bir ayakkabı aldım, arkadaşlarımla buluştum, Kadıköy'den Moda'ya yürüdüm, Caddebostan sahilini baştan aşağı dolaştım ama bir bu kitabı bitiremedim. Bitti ya artık huzurlu ve mutlu bir insanım, yeniden. Aslında beğeni çıtamı yüksellti sanırım en son okuduklarım sonrasında bu kitap beni yordu. Kimbilir belki de Modiano'nun kötü bir zamanda yazdığı çok da iyi olmayan bir kitaba denk geldim. Kimbilir...

Modiano 1945 yılında İtalyan bir baba ve Belçikalı bir annenin çocuğu olarak Fransa'da doğdu, yazar olmaya karar verdi, yazdı ve yazmaya halen devam ediyor. Kötü Bir İlkbahar, Yıkıntı Çiçekleri ve En Uzağından Unutuşun benim çevremdeki insanlar tarafından bilinen kitaplarından bazıları. Benim okuduğum kitapsa kütüphane kitabıydı. Zamanında 1.000.000 liraya alınmış. 1993 yılında Varlık Yayınları tarafında basılmış, Fransızca'dan çevirisi Filiz Nayır Deniztekin tarafından yapılmış. Kapağı yayınevinin klasik çizgisinde, ben beğendim. 

Romana gelecek olursak, öncelikle belirtmeliyim ki Modiano'nun dili oldukça farklı. Kesik kesik, kısa cümleler kullanıyor. Halihazırda esrarlar ve gizemlerle dolu bu öykü, okuyucu için daha da karmaşık bir hal alıyor. Kitap boyunca Paris'ten birçok sokak ve kafe adı okuyorsunuz, ben ancak kitabın ortalarına geldiğimde ana karakter nerede oturuyor, önemli kafe hangisi öğrenebildim. Kafam epey karıştı. Diğer bir gariplik ise kitabın sonuna geldiğimde tüm olayların aslında sadece 4 gün içerisinde gerçekleştiğini öğrenmek oldu. Oysa bana aylardır Paris'in arka sokaklarında dolaşıyoruz gibi gelmişti. 

Romanda genç bir adam ve genç bir kadın var. İsimlerinin romanda önemi yoktu, kim oldukları dahi belli değildi. Yani isimler var ama yok, aileler var ama yok, beraber geçen 4 gün hem var hem yok. Her şey bir polis sorgulaması sonucu başlıyor, adam ve kadın tanışıyor. Sanırım adam beni de kandırmış yaş konusunda çünkü aslında adam falan değil. 18 yaşında bir yeniyetme olmasına rağmen herkese 21 yaşında olduğunu söylüyor. Sonra mavi gözlü güzel kadın var. Ne yaptığı belli değil, beraber yaşamaya başlıyorlar, ara sıra gidip eski evinden bavullar taşıyor bu eve. İçlerinde ne var belli değil. Sonra genç adamla beraber yaşayan yaşlı bir adam var, neden onunla yaşıyor belli değil, sadece babasının eski bir arkadaşı olduğunu biliyoruz. Onun dansözlük yapmaktan utanan bir kız arkadaşı var o neden romanda, bilmiyoruz. Çocuğun babası İsviçre'de, annesi İspanya'nın herhangi bir yerinde, ne koordinat ne gidiş sebeplerini biliyoruz. Pis işler yapan bazı adamlar var, amaçları ne, kadını nereden tanıyorlar, bilmiyoruz.  Kadın adamı seviyor mu, adam kadını seviyor mu bilmiyoruz. Ortadan kaybolan insanlar bir gün tekrar ortaya çıkarlar mı, hele bunu hiç bilmiyoruz.

Sıkıldınız değil mi? İşte benim hissettiğim duygu da aynen buydu kitabı okurken.


Benim bildiğim tek şey, bana en somut gelen siyah Labrador köpekti. Gölge gibi kadın ve genç adamı takip ederdi. Sanırım gerçekten gölgeleriydi. Bu köpeğin olduğu sayfalar daha akıcıydı en azından neden kuyruk salladığı, ne zaman acıktığı, ne yediği belliydi. Koca insan topluluğu arasında en net olanın bir köpek olması sizce de garip değil mi?

Ben yine de Modiano'ya denk gelirseniz okumanızı isterim. Bence kişinin kitabı okurken içinde bulunduğu ruh hali de oldukça önemli. Ben o güzel, güneşli haftasonuna rağmen biraz sıkıntılıydım. Önümüzdeki dönem alınacak dersleri seçme, bir hafta sonra yüksek lisans için yapılacak yazılı sınav ve mülakata hazırlanma stresi hem beni hem yüzümü mahvetti. Sanırım kafatasımın içi bile sivilcelerden muzdarip. Her neyse. Sakin olmaya çalışmalıyım. 


Bir Sirk Geçiyor, ilerleyen yıllarda aklımda kalmaya aday değil. Benim sevdiğim bir yazım tarzı da değil. Kitap boyunca karakterlerin kasveti bana eklendi, benimki onlara. Son sayfada sanırım hepimiz rahat birer nefes aldık. 

Okuduklarım hakkında kesin yargılara varmayı sevmesem de, sanırım çok beğenmedim ben bu kitabı. Başta akıcı gelen kısa cümlelerin sonundaki her nokta beynime çakılmaya başladı sayfalar ilerledikçe, nefesimi daralttı. 

Kitabı okurken benim yakınlarımdan sirk geçmedi. Küçükken bayılarak gittiğim sirklerden de son senelerde çok soğumuştum zaten. Gerçek hayat bize ateşi her gün istesek de istemesek de yutturuyordu, lastik kız olmasak da her şekle giriyorduk. Her birimiz kırbacın gölgesinde boşa kükreyen aslanken, başarısız bir kopyayı izlemek niye?
Hem romandaki sirke de kimse gitmedi bence.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Orada bir sahaf var uzakta...

Kim sevmez sahafları? Ben çok severim. Kitapların sayısı ve durumu, fiyatlarını herkes gibi ben de önemsiyorum sahafları dolaşırken. Çoğu zaman bu belirleyicilerin önüne başka bir şey geçiyor. Satıcının ya da sahafta çalışan kişinin kitaplarla ilgili olan tutumu. İsterse 150 yıllık kitapları bana 5 liraya versin, eğer kitaplara domates ya da karpuz muamelesi yapıyorsa gözümden çok düşüyor ve yeni sahaf arayışlarına girişiyorum. Maalesef İstanbul'da çok az sahaf biliyorum, sebebi de şu...


Ben İzmirliyim. 17 yıl İzmir'de- zaman zaman Rusya'da, yaşadıktan sonra geldim İstanbul'a. 3 senedir bu dev şehirde yaşamama rağmen hala rahatlıkla kaybolabiliyorum, düzenli olarak yanlış otobüslere binip yanlış duraklarda iniyorum. 


Bu yazıda İzmir ve İstanbul'da bildiğim birkaç sahaftan bahsetmeyi planlıyorum. O zaman önce İzmir'e uğrayıp, biraz dolaşalım, lokmamızı, boyozumuzu yiyelim, Kordon'da bir şeyler içelim, sonra tekrar kürkçü dükkanımıza dönelim.




Ben bu İzmir'deki sahafı sanırım 10 yaşından beri biliyorum. O zamanlar İngilizce öğrenirken hep kısa kitaplar okurdum. Belki siz de bilirsiniz, o dönemler Baby-Sitters Club, Goosebumps hayli meşhurdu. Şu an yabancı dil konusunda kendime güvenebiliyorsam temelinde bu sevimli ve yer yer saçma çocuk kitapları yatmakta. Bahsedeceğim sahafın en büyük avantajı, Amerikan Koleji hocalarının ve Amerikan Kültür çalışanlarının eski kitaplarını buraya satması. Böylece Türkçe yayınların yanısıra, İngilizce hatta Fransızca ve Almanca oldukça güzel kitaplar bulabiliyorsunuz. Diğer birçok sahaf gibi dergiler, kitaplar, okul kitapları var burada da. Bir de çok güzel eski sözlükler. Bu konu üzerinde uzman diyemem sanırım ama eğer siz ilgiliyseniz eski sözlüklere, burada beğendikleriniz çıkacaktır. Fiyatlara gelirsek, çok eski ve özel kitapları açıkçası pek hatırlamıyorum. Fakat ikinci el kitapların fiyatları normaldi. Ne çok ucuz ne çok pahalı. İsterseniz takas da yapabiliyorsunuz, kiloyla dergi satabiliyorsunuz. Mesele ben artık büyüdüğüme kanaat getirdikten hemen sonra tüm Cosmogirl ve Heygirl dergilerimi çeşit çeşit kitapla değişmiştim. Bu kadar bilgiden sonra adresini de hemen yazıyorum belki İzmir'den okuyorsunuzdur bu yazıyı ya da olur İzmir'e yolunuz düşer. Sahaf Alsancak'ta. Konak'ın birazcık ilerisi. Kıbrıs Şehitleri'nde, hemen girişte kocaman bir ayakkabıcı vardır. İşte oradan hemen yan sokağa girerseniz, bir kasap var onun yanında olması lazım, tabi yazdan bu yana değişmediyse. Adı mutlaka vardır ama nedense ben adıyla hatırlamıyorum. Pek karışık oldu bu tarif ama dediğim gibi, ben her yerde kaybolurum. Yer tariflerini ne anlayabilirim ne de anlatabilirim. Ben İzmir'de bile kaybolurum.

İzmir'de eski kitap bulabileceğiniz diğer bir yer ise Sevgi Yolu'dur. Burası da Alsancak'ta, Hilton Oteli'nin arkasında. Ben küçükken, eski güzel günlerde babamla giderdik buraya ve çok uygun fiyata bir sürü kitap alırdık. Hatta Anne Frank'ın Hatıra Defteri'ni buradan almıştık ve ben küçük aklımla onu çok uzun süre Anne (ana, bizi doğuran kişi) olarak düşünmüş ve okumuştum. Neyse. Maalesef korkunç eğitim sistemimizin eli Sevgi Yolu'na da uzandı ve ona artık SBS ya da LYS Yolu diyebiliriz. Tüm o eski kitapların yerini çözülmüş ve çözülmeyi bekleyen test kitapları aldı. Çok üzücü bir durum bence. Oysa eskiden burası kitapçıları bir de İkiz Ressamları ile bilinirdi. Kimbilir belki de ikizlerden birinin ölümü yaramadı Sevgi Yolu'na.


İstanbul sahaflarına gelirsek, bu konuda oldukça cahilim. Bildiğim birkaç tanesini yazabilirim, maalesef pek detay veremeden. Bu noktada yardımınıza ve önerilerinize muhtacım...

Ortaköy sahildeki eski kitapçıları biliyorsunuzdur büyük olasılıkla. Tüm yazımı Ortaköy'de bulunan bir şirkette part-timer olarak geçirdiğim için ve Ortaköy sanılanın aksine günler geçtikçe sıkıcı bir yer olabildiği için her öğlen bu eski kitapçılardaydım. Çok çok zengin koleksiyonları olduğunu söyleyemem, bir de açık havada oldukları için o kitap kokusu,kumpir kokularına karışıyor, nostalji kayboluveriyor. Yine de güneşli birgün kendinizi Ortaköy'de bulduğunuzda, bir göz atabilirsiniz.

Yaz aylarının büyük gizeminde başrol Ortaköy'deki sahafındı aslında. Çalıştığım yerin hemen arka sokağında, açık otoparkın bitişiğinde kocaman bir sahaf vardı. Tozlu camlar, yıkılmak üzere olan kitap yığınları, kitapların üzerinde uyukluyan bir kedi... E hepsi tamamdı da bu sahaf neden hep kapalıydı? Bu sorunun cevabını maalesef hiç bulamadım. Garip olan kitaplardan bazılarının dışarıda duruyor olmasıydı. Bahsettiğim sahaf Princess Otel'in hemen arkası. Bir gün gider de açık görürsünüz önce dükkan sahibine tüm yaz sizi bekleyen bir kız vardı diye teessfülerimi iletin sonra da lütfen bana haber verin.

Bidiğim diğer sahaflar, sizlerin de bildiğinden emin olduğum Kadıköy'ün içindekiler bir de Taksim'de Galatasaray Lisesi'nin yakınındakiler. Eminim bu iki yerin de kendilerine özel adları vardır ama ben bilmiyorum. Ben buralara hep baktım ama nedense hiç fiyat sormadım. Belki de Kadıköy'de Penguen Kitabevi, Taksim'de de Mephisto aklımı çeldi, eski kitaplar bana o an çok meşekkatli göründü.

Sizin bildiğiniz, sevdiğiniz sahaflar var mı İstanbul'da? Eminim vardır. Her ne kadar sınrılı bilgimle bu  çok aydınlatıcı bir yazı olmadıysa da, en azından İzmir'de bildiğiniz bir sahaf olmasıyla arkadaşlarınıza  hava atabilirisiniz bence. Gitmediğim, görmediğim İstanbul'un o güzel sahafları nerede sizce?

6 Şubat 2011 Pazar

Ve karşınızda Okuyan Kedi


Bugün oldukça tembeldi
Tüm gün güneş altında yattı
Bu nedenle, bugün bu evde pek kitap okunmadı
En kısa zamanda eski formumuza kavuşmayı planlıyoruz!

Bol güneşli bir Pazar günü ve portakal suyu

Umarım bugün dışarıda olmanıza engel olacak işleriniz yoktur ve güneşin tadını çıkarıyorsunuzdur. Ben sabahtan uyanır uyanmaz çıktım, buzlu portakal suyumu içtim. Sonra bu aralar fazlasıyla dağılmış olan evim vicdanımı rahat bırakmadı ve gözleri arkada, eve geri döndüm. Ama temzilik operasyonu başarıyla tamamlanır tamamlanmaz kendimi yeniden dışarı atmayı planlıyorum.


Sabah portakal suyuma eşlik eden bir adet Patrick Modiano (Bir Sirk Geçiyor) vardı. Çok hoş bir tesadüfle karşılaştım tam da pipet ile hüpletirken elimdeki turuncu içeceği. Satırları aynen aktarıyorum, olur ya bugün sizin de favori içeceğinizdir...


"Gençliğinde, Roma'da, arkadaşlarıyla birlikte bir kafenin terasında oturduklarını anlatıyordu bana. Portakal suyunu en uzun sürede kim içebilir diye aralarında yarışırlarmış. Çoğunlukla da, yarışma öğleden sonra başlayıp akşama kadar sürermiş." 


Hala bitmedi bu roman, pek de ince olmasına rağmen. Yolu yarılamama rağmen ortada bir sirk yok! Arayışım devam ediyor. Akşama doğru yazısı gelir diye tahmin etmekteyim.


Bu güzel günde, yakınlarımda olsa mutlaka bir hayvanat bahçesine giderdim. Size yakın bir yerlerde vardır belki de? Bence gidin bakın onlar güneşin tadını nasıl çıkarıyorlar? En çok nerelerini ısıtıyorlar (:


Sirk dedim, hayvanat bahçesi dedim. Benim aklıma hem benim hem babamın, annemin çocukluğunun en tatlı detayı olan Fil Bahadır (Pak Bahadur) geldi. İzmirliyseniz bilirsiniz, değilseniz duymuşsunuzdur. Hiç görmediyseniz onu, umarım çocukluğunuzda onun yokluğunu telafi edecek güzellikler yaşanmıştır. Mutlaka yaşanmıştır. 
O artık yaşamıyor, çocukları mutlu etmekten emekli oldu. Umarım kocaman pembe bulutlar üstünde tombul ayaklarının üstünde zıplıyorsunudr ve çok mutlusundur. 


Nereden nereye, demek bugün Fil Bahadır'ı anmak, anaokulunda senin kafesinin önünde beni görmen için Bahadır diye sesimin yettiği kadar bağırışımı hatırlamak da varmış... 


Herkese iyi Pazarlar.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Ufak bir değişiklik

Demiştim ki tatil zamanları havada beyaz uçuşan şeyler görene kadar kitap okurum diye. Nedense bu sefer uçuşan şeyler yerine dün gece saat 4 gibi sağ gözümün ağrısıyla uyandım. Ağrıdan çok kafamın içindeki küçük yeşil adamlar gözümü yumruklarını test ettikleri kum torbasına çevirmişlerdi! Şimdi daha iyiyim ama anne emri üzerine yarına kadar gözlerimi dinlendiriyor, pencereden uzakları izliyorum (:

Bir de ufak bir değişiklik yaptım blogda. Sağ tarafa Okunmayı Bekleyenler listesi ekledim. Kitaplığımda ve evin muhtelif yerlerinde sıra bekleyen kitapların bazıları burada var. Oradaki sıraya göre okumayı düşünmüyorum aslında. Belki aralarında gözünüze çarpanlar, merak ettikleriniz olur. Bana haber verebilirsiniz, torpille okuma sıraları öne alınabilir. Böylesi belki daha iyi olur diye düşündüm...

İyi Pazarlar.

4 Şubat 2011 Cuma

Mavi Masal - Marguerite Yourcenar

Bu kitap elime geçene kadar yazardan hiç haberim yoktu. O kadar garip bir soyadı var ki, duysam daha önce kesin hatırlardım. Bu güzel kadına gelirsek, 1903 yılında Brüksel'de doğmuş, annesi Belçikalı, babası ise Fransız. 1980'de Fransız Akademisi'ne kabul edilen ilk kadın olmuş. Fransız Akademisi ne derseniz, buradan bakabilirsiniz. Bu başarının yanı sıra çok beğenilen romanlar yazmış. Zenon, Hadrianus'un Anıları, Doğu Öyküleri bunlardan sadece birkaçı. 

Mavi Masal Sosi Dolanoğlu ve Hür yumer tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, İletişim Yayınları tarafından 2000 yılında basılmış. Kapakta Rene Magritte'in The Seducer tablosundan bir detay kullanılmış, açıkçası benim hoşuma gitmedi. Fransızca aslının kapağını ise öykülerle pek bağdaştıramadım. Her neyse, moralimizi bozmayalım. Çünkü hayli ilginç 3 hikaye bizi bekliyor.

Aslında bu kitabın enteresan bir öyküsü var. Yourcenar 1987 yılında ölmüş.Mavi Masal'ın basım tarihi ise 1993. Josyane Savigneau tarafından yazılan önsözde bu mucizenin(!) sırrı ortaya çıkıyor. Onun da dediği gibi, bazen çok sevilen yazarların hayranları, ondan geriye kalan belgeleri, dosyaları, defterleri hatta kişisel mektupları didik didik ederler ki geriye okunacak yeni şeyler çıksın. Ben açıkçası bunu çok sağlıklı bir davranış biçimi olarak görmüyorum. Ölümü kabullenememenin getirilieri olduğunu düşünüyorum. Fakat bazen güzel sonuçlar da doğurabiliyor ki, Mavi Masal buna bir örnek. Yourcenar'ın ölümünden sonra ondan kalanlar incelendiğinde, üzerinde çalıştığı birkaç roman haricinde bu üç hikayeyi buluyorlar. Yayınlanış yılı 1993 olmasına rağmen 1923-1930 yılları arasında yazılmış bu hikayeler, yazarın erken dönem çalışmaları. Önsöze geri dönecek olursak, bu incecik kitabın neredeyse yarısını o kaplamış ve hikayeler hakkında gereğinden fazla detay vermiş. Eğer bu kitabı okuma fikri varsa kafanızda, bence önsözü sonsöz yapın ve hikayelerden sonra okuyun ki kitabın tadı kaçmasın.
                                                

Gelelim hikayelere. Dediğim gibi, kitap 3 kısa hikayeden oluşuyor. Mavi Masal, İlk Gece ve Kara Büyü. 

Benim en sevdiğim farklı ülkelerden gelen tacirlerin serüvenini anlatan ilk hikaye oldu. Büyüklere masal böyle bir şey olsa gerek. Neler yok ki içinde? Mağaralar,  deniz kızları, değerli taşlar, korsanlar ve ufak bir aşk. Aynı zamanda yılanlar, ölümler ve kötü adamlar...Vereceğim en küçük detay dahi, hikayeden alacağınız tüm keyfi kaçıracağı için ağzımı sıkı tutuyorum. Ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim: tacirlerin yolu İzmir'e düşüyor sonlara doğru. Kim bilir belki Kordon'da bir Türk kahvesi bile içmişlerdir.

İkinci hikaye, İlk Gece, adından anlaşılacağı gibi yeni evlenen bir çiftin balayına çıkışlarını konu alıyor. Çok sıradışı bir hikaye olmasa da erkek ve kadın algılarının ne kadar farklı olduğunu bir kez daha görmek, Yourcenar'ın kaleminden okumak güzeldi.


Son hikaye de Kara Büyü. Bu hikayeyi en sonra koymak ne kadar doğru olmuş bilmiyorum. Sanırım en akılda kalan bu hikaye olacağı için yapılmış fakat bu sırada, en rahatsız edici hikaye olduğunu ve Mavi Masal'dan kalan tüm büyülü havayı bozduğunu gözardı etmişler. Kara Büyü, başarılı bir hikaye bana göre. Sadece bir erkek var, diğer karakterlerin tümü kadın ve kesinlikle can sıkıcı ve oldukça tehlikeli kadınlar. Diyebileceğim şu ki, inanılmaz derecede kasvetliydi. Sanırım hala bu hikayenin etkisindeyim ve içimden bu hikaye üzerinde çok fazla şey yazmak gelmiyor. Ve itiraf ediyorum azıcık da korktum. Evde yalnız olduğum unutulmasın, ödlek denmesin, hakkım yenmesin, lütfen!



Yourcenar'ın dili va anlatımı çol alışık olduğum bir tarz değildi. Okurken sıkılmadım ama çok durakladım, ilgim çok dağıldı. Buna rağmen hakkında önceden en ufak bir fikrim bile olmayan bir yazarı okumak farklı bir deneyimdi. Diğer kitaplarını okumayı düşünür müsün diye sorarsanız, sanırım çok yakın zamanda değil derim. Sözlerimi Mavi Masal lütfen üstüne almasın. Onun yeri biraz daha farklı.

Birkaç ufak alıntı kitabı, belki biraz da yazarı tanımanızda yardımcı olabilir diye düşünüyorum.

"Yeraltı mağarasının ortasında, çok durgun bir göl vardı; İtalyan tacir, gölün derinliğini ölçmek için bir para fırlattı. Paranın düştüğü duyulmadı, ama sanki ansızın uykusundan fırlamış bir denizkızı, mavi ciğerlerindeki bütün havayı üflüyormuşçasına, suyun üstünde kabarcıklar belirdi." - Mavi Masal

"Daha sonraki günlerde, denize bir durgunluk geldi; o yosun rengi örtünün üstüne vuran güneş ışınları, ansızın soğuk suya daldırılan kızgın demir külçelerinin sesini çıkarır oldu." - Mavi Masal

"Adam, vakit geçirmesine yaradığı için kaygılarını gideren sohbetlerinin giderek kesintiye, sessizliğin istilasına uğradığını fark etti; düşünceleriyle arasına giren bu dayanıksız söz duvarının birden yıkılacağından ve kendisini kendisiyle, yani ötekiyle yalnız bırakacağından korktu." - İlk Gece

"Kadınlar bayılmış olan Amande'ın etrafında dört dönüyorlardı. Mantosu omuzlarından kaymıştı; çıplak, ince, beyaz, kabuğun ve etin artık gizlemediği bir çekirdek gibi pürüzsüz vücudu, sanki ölümü hep içinde taşıyor hem gözler önüne seriyordu- tıpkı ayin kabının kutsanmış ekmeği içinde taşıması ve müminlerin tapınması için gözler önüne sermesi gibi." - Kara Büyü



Bu anlatıma hayran kalmamak imkansız, her ne kadar zorlayıcı olsa da. 
Belki okumak istersiniz ama ben bu ismi kitapçıya nasıl söylerim de kitabı var mı diye sorarım diyorsanız, sizin için soyadının nasıl okunduğunu öğrendim (: Gönül rahatlığıyla şu cümleyi kurabilirsiniz: "Merhaba, elinizde Margırit Osinağ'ın Mavi Masal kitabı var mı acaba?"