28 Ağustos 2013 Çarşamba

Virginia Woolf'tan Yazarlık Dersleri - Danell Jones


Geçen yazdan beri elimdeydi bu kitap, okunmayı bekliyordu. Geçen akşam Harry Potter'a ara vermek için okumayı başladım.

Özellikle blogun ilk yılında bir şeyler yazıp yazmadığıma dair sorular geliyordu, maalesef hayır, yazmaya dair öyle dizginleyemediğim bir hevesim yok . Bilmiyorum, belki günün birinde ben de yazmaya çalışırım bir şeyler ama yakın zamanda böyle bir planım yok gibi. Okumak her zaman daha önemli galiba yazmaktan benim için. Kim bilir, belki zamanla değişir bu durum.

Türkiye'de son zamanlarda yazarlık atölyelerinin pek popüler olduğunu biliyorum, insanlar yazmak, bir şeyler üretmek istiyorlar demek ki. Eğer siz de bu gruba dahilseniz, bu kitabı çok sevebilirsiniz.

Timaş Yayınları'ndan 2008 yılında basılmış. Yazar Jones ise yirmi yılı aşkın süredir yazarlık dersleri veriyor ve aynı zamanda Virginia Woolf üzerine araştırmalar yapıyor. Peki kitap okuyucuya ne vaat ediyor? Yedi dersten oluşuyor bu kitap, dersleri verense elbette Woolf. Nasıl oluyor peki? Kitabın yazarı Jones, Woolf'un yazarlık dersi verdiğini kurgulamış. "Onun yazma eylemi üzerine düşüncelerini, hayatından kesitler ve karakteri ile destekleyerek sunmak eğlenceli bir oyun gibiydi" diyor Jones.

Sadece dersler yok kitapta. Yazma alıştırmaları, Woolf'un eserlerine dair bilgiler, önerilen okumalar, kurmaca notları, hatırat notları ve şiir notları da var. Jones'un anlatıcı olarak Woolf'u seçmesinin nedenini ise yazarın bu konuya uygun çok fala günlük, deneme, anı, roman ve öykü bırakması olarak gösteriyor.

Tamamiyle hayal ürünü olan bu kitabı ben sevdim, eğer yakın zamanda bir şeyler yazmayı düşünseydim tahminen çok daha dikkatli, notlar alarak okurdum. Bir de Jones'un bu kurmacasında Woolf'un "deliliğin sınırlarında sendeleyen nevrotik bir deha" olarak değil de son derece neşeli ve keyifli bir kadın olarak yansıtılması hoşuma gitti.

Dersler ise gerçekten faydalı bana kalırsa. En çok da günü planlamanın önemi üstünde duruluyor yazar adayları için. Günlük tutmak, notları saklamak ve elbette kurallara uymaktansa yazarlık kurallarını kişinin kendisinin belirlemesi üzerinde duruluyor. Günlük yazma fikri bana da çok mantıklı geliyor. Jones ve elbette Woolf'a göre de, günlük yazmak, bir süre için kullanılabilecek uçsuz bucaksız bir alan olarak görülmeli. Böylelikle kişi kendi yazma ritmini bulup devamında da sürdürebilir. Tabi tüm bu denemeler sırasında da esas amaç kişinin gözlem gücünü arttırmak.

Kısacası, yazma işlerine merakı olanlar için birebir bir kitap. Ancak başlangıç seviyesinden daha ileri gidip, daha çetrefilli bir şeyler arıyorsanız bu konuya dair, belki başka kitapları gözden geçirmelisiniz. Çünkü Jones'un kısa, yalın ve temel bilgilerin yer aldığı bu kitabı işe yeni başlayanlar için daha uygun.

Tabii bir de, eğer daha önce Woolf'un eserlerini okuduysanız, bu kitaptan alacağınız zevk de epey bir katmerlenecek.

27 Ağustos 2013 Salı

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı - J.K. Rowling



Harry Potter’ın beşinci kitabı yeni bitti, hemen yazısını yazmak istedim. Evet, bu kitap sayesinde epey keyifli günler geçirmiş olsam da bir kez daha fark ettim ki seride en az sevdiğim kitap bu sanırım. Neden peki?
Öncelikle biraz kitaptan bahsedeyim. Harry’nin Hogwarts’taki beşinci senesi, sene sonunda bizim lise giriş sınavlarını andıran OWL isimli sınavlar serisine girecek. Dersler bir yana, klasik maceralar bir yana, ben Harry'nin yerinde olsam kesin her hafta dudağımda uçuk çıkardı, 4-5 kilo verirdim. Her neyse, yine Dursley’lerde epey tatsız bir yazdan sonra koşa koşa okula gitmesini bekliyoruz. Ama bu sefer işler biraz karışık. Okul yerine ilk durak olarak babasının en yakın arkadaşı olan Sirius Black’in evine gidiyor, çünkü orada bir işler dönüyor. Kitabı okumamış olanlar merak etmesin, hevesinizi kaçıracak bir şey söylemeyeceğim, ipucu vermeyeceğim. Peki bu kitaptan aklınızda geriye ne kalacak? Sihir Bakanlığı'nın okula atadığı sinir bozucu kadın Dolores Umbridge, elbette Weasley ailesi, Draco Malfoy ve çetesi, Fred ve George kardeşler ve çok daha fazlası.
Bu kitapta neleri sevdim, neleri sevmedim?
Sevdiklerim:
  • Serinin en sevdiğim karakterlerinden biri olan Luna Lovegood’u bu kitapta iyice tanıyoruz. Onun o garip kıyafetlerini, takılarını, davranışlarını (filmden sahnelerden kopya çekmeden) kafamda oluşturmak pek eğlenceliydi.
  • Ginny’i de pek severim. O da artık büyümüş olarak çıkıyor bu kitapta okurun karşısına. Lafa pat diye dalıvermeler, Harry’e ve Ron’a diklenmeler olsun, yeni erkek arkadaşı olsun, tam bir ergen ama bir o kadar da sevimli.
  • Ve Neville. İşte sevdiğim bir başka karakter. Galiba ben Hermione, Ron ve Harry’den çok yan karakterleri sevmişim bu seride. Neville’in gönlümde yeri apayrı. Tabi beşinci kitap onun da dahil olduğu çok çok önemli bir bilgiyi içeriyor. Kitapta iki şeyi çok sevdim, ikisinde de Neville vardı.
  • Fred ve George kardeşler yine çok ama çok eğlenceli. Hatta hiç bu kadar eğlenceli olmamışlardı sanırım.
 Sevmediklerim:

  • Serinin en uzun kitabı bu muydu emin değilim ama bana gerçekten çok çok uzun geldi. Bir an sonuna hiç ulaşamayacağımı düşündüm.Olaylar o kadar dallanıp budaklandı ki, kitapları daha önce okumama hatta tüm olayın sonunu bilmeme rağmen aklım karıştı, yoruldum.
  • Profesör Dumbledore'un bu kadar az göründüğü bir kitap daha hatırlamıyorum. Bu duruma alışamadım.
  • Hagrid'in olduğu kısımları da pek eğlenceli bulmadım.Snape’i daha fazla görmek istedim, 
  • Bellatrix’i de. Bu karakterler bana çok ilginç geliyor, onların olduğu bölümleri kalbim heyecandan ata ata okuyorum.
Sevdiklerim sevmediklerim diye ayırınca, sevdiklerimin sayısı daha fazla çıktı, her neyse, galiba beni çok uzun olması (800 küsur sayfa) yordu. Kısacası, Hary Potter’ın beşinci kitabı benim için serinin favori kitaplarından biri değil. Ancak büyük sonra doğru iyi bir hazırlık kitabıydı sanırım. Okuru meraklandırıyor, biraz korkutuyor.
İşte böyle, sırada altıncı kitap var. İyi ki tekrar okuyorum, büyülü bir yaz oluyor benim için.
Kitap yazısını hiç böyle "sevdiklerim, sevmediklerim" diye ayırarak yazmamıştım, nasıl olmuş sizce? Belki bir süre böyle yazabilirim.

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı'ndan aklımda kalanlar


Bundan sonra okuduğum her kitap için böyle bir şey yapmayı düşünüyorum, pek eğlendim çünkü hazırlarken. Umarım zaman içinde çizim yeteneğim de artar.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

2013 yazının en çok okunan kitapları


Ve yine, blogu takip edenler chick-lit diye tabir edilen, Türkçe tam karşılığının ne olduğunu tam bilemediğim türü pek takip etmediğimi biliyorlardır sanırım. Aslında denesem çok sevebilirim belki de, kim bilir. Her neyse, bugün yine Goodreads'de bu yaz acaba en çok neler okundu diye dolanırken buldum bu listeyi, yarısından fazlasını chick-lit kitapların oluşturduğu çok aşikar. Geri kalansa farklı türlerden romanlar, kısa öykülere pek rastlamadım. Zaten yaz okumalarından da çok ağır romanlar beklemiyordum açıkçası. Sahilde zorlayıcı okumalar yapmak yerine, o kitapları kışın kasvetli günlerine saklayabiliriz belki. Bu listede okumadığım çok fazla kitap var, kısmet önümüzdeki yaza ve evet yine bazılarının Türkçe çeviri adlarını bulamadım, eğer biliyorsanız yorum olarak bırakırsanız sevinirim.
İşte bu yaz en çok okunan kitaplardan bazıları.

  1. Yardımcı - Kathryn Stockett
  2. Açlık Oyunları - Suzanne Collins
  3. Kayıp Kız - Gillian Flynn
  4. Arıların Gizli Yaşamı - Sue Monk Kidd
  5. Filler İçin Su - Sara Gruen
  6. The Wednesday Daughters - Meg Waite Clayton
  7. Pi'nin Yaşamı - Yann Martel
  8. Saksı Olmanın Faydaları - Stephen Chbosky
  9. Edebiyat ve Patates Turtası Derneği - Mary Ann Shaffer
  10. Calling Me Home - Julie Kibler
  11. Under the Tuscan Sun - Frances Mayes
  12. Riverton Malikanesi - Kate Morton
  13. Sır Tutabilir Misin? - Sophie Kinsella
  14. Market Street - Anita Hughes
  15. Dadı Günlükleri - Emma McLaughlin
  16. Nerdesin Bernadette? - Maria Semple
  17. Paristeki Eş - Paula McLain
  18. The Lake House - Marci Nault
  19. Şeytan Marka Giyer - Lauren Weisberger
  20. Harry Potter ve Felsefe Taşı - J.K. Rowling
image

2013'ün en beğenilen fantastik serileri



Listelere ara vermiştim, tekrar geri döndüm. Listeleri herkes seviyor galiba. Umarım bu da hoşunuza gider.

Blogu takip edenler fantastik edebiyatı, özellikle uzun serileri ne kadar sevdiğimi biliyorlar sanırım. Daha önce birkaç liste de hazırladım diye hatırlıyorum bu türe dair. Goodreads’de dolanırken karşıma çıkan bu listeyi sizle paylaşayım istedim, güncel oluşu daha önce hazırladığım listelerden biraz daha farklı kılıyor sanırım bu seferkini. Epey kalabalık olan listenin en popüler ilk yirmisi var burada. Bakın bakalım, siz hangilerini biliyorsunuz, hangilerini okumayı düşünürsünüz. Bu arada, listede kitap adlarını değil, seri adlarını verdim, aman dikkat. Bir de her zamanki gibi, bazılarının Türkçe çeviri karşılıklarını bulamadım. Eğer bildikleriniz varsa yorum olarak eklerseniz çok sevinirim.
  1. Taht Oyunları – R.R. Martin
  2. Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi – J.R.R. Tolkien
  3. Narnia Günlükleri – C.S. Lewis
  4. Kral Katili Güncesi – Patrick Rothfuss
  5. Zaman Çarkı – Robert Jordan
  6. His Dark Materials – Philip Pullman
  7. Mistborn – Brandon Sanderson
  8. Inheritance – Christopher Paolini
  9. Sword Of Truth – Terry Goodkind
  10. Farseer Serisi – Robin Hobb
  11. Kara Kule Serisi – Stephen King
  12. Avalon – Marion Zimmer Bradley
  13. Yerdeniz Serisi – Ursula K. Le Guin
  14. Gedik Savaşları Efsanesi – Raymond E. Feist
  15. Abhorsen – Garth Nix
  16. Dragonriders of Pern – Anne McCaffrey
  17. Dragonlance – Margaret Weis
  18. Disk Dünya – Terry Pratchett
  19. Elric – Michael Moorcock
  20. Ölüm Kapısı Serisi – Margaret Weis

25 Ağustos 2013 Pazar

Her yaz biraz Harry Potter, iyi gelir

 
Herkes gibi ben de yaz aylarını pek seviyorum, kışın yorgunluğunu bazen saatlerce boş boş televizyona bakarak bazen de kasıtlı olarak çeşitli süt ürünleri tükettikten sonra öğle uykusuna yatarak atıyorum. Ancak benim (tahminen birçok kişi de böyledir)şöyle bir sorunum var, çok çok boş kalınca kendi kendimin canını çok fena sıkabiliyorum. Aklıma olur olmadık huzursuz edici düşünceler geliyor, gereksiz yere saçma sapan şeylere üzülüyorum. Bu yüzden sanki küçük çocuk avutur gibi, yaz aylarında sürekli kendimi bir şeylerle eğlendirmem gerekiyor.
Yılların deneyimi sayesinde birçok malzemem var aslında. Sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bir şeyler okumak elimdeki en güçlü yöntemlerden biri. E madem yaz, yani tatil, ben de eğlenceli bir şeyler okumayı tercih ediyorum. Sonuç olarak da, bu yaz da dahil olmak üzere, son 3 yazdır Harry Potter kitaplarını tekrar okuyorum.
Diyebilirsiniz ki bu serinin zaten özü koca bir macera olması, sürükleyici olmasının da en önemli sebebi sonunda ne olacağına dair merak uyandırması. Haklısınız, ancak şöyle de bir gerçek var ki ilk üç kitap haricinde serinin geri kalanını hatırlamıyorum! Çok ilginç evet, ilk kitabı 2000’de okumuştum, yani ortalama 10 yıl önce okuduğum kitapları daha iyi hatırlamamın tek sebebi J.K. Rowling’in zaman içinde hikayeye çok fazla karakter ve olay eklemesi olacak, ki bu son derece normal. Yani demem o ki, iki yaz önce ilk üç kitabı okurken yer yer çok iyi hatırladığım şeyleri okudum, ancak geçen yazdan itibaren sanki seriyi en baştan okur gibiyim. Küçükken gözüme çarpmayan detayları, hikayenin bütününü şimdi çok daha iyi görebiliyor olmam da cabası.
Geçen yaz üçüncü ve dördüncü kitapları okudum. Geçen haftadan beri de beşinci kitap elimde, en kalın beşinci kitaptı sanırım, çok iyi gidiyor, çok iyi vakit geçiriyorum. Beşinci ve altıncı kitapları İngiltere’ye gittiğimde almıştım, yaklaşık 8 sene önce. Hatta orada olduğum hafta altıncı kitap yayınlanmıştı ve bende İngiliz Harry Potter hayranlarıyla beraber Cambrdige’de bir kitapçının önünde sabahlamıştım, üzerimde Gryffindor pelerinimle.
Galiba dünyadaki en fazla vakti sahip olan insanlardan biriyim, çünkü tüm seriyi hem Türkçe hem İngilizce okudum. Türkçe çevirilerinin çok çok iyi olduğunun herkes farkında sanırım. Ama İngilizce okumanın da ayrı bir keyfi var sanki, epey şiirsel, metin pıtır pıtır akıyor. Ve neden bilmiyorum ama İngilizce orijinalleri daha hızlı okuduğumu hatırlıyorum.
Bu yazın geri kalanında altıncı kitabı okumayı planlıyorum, geri kalanlar da önümüzdeki yaza kısmet. Peki ya sonra? Belki 2015 yazında da Yüzüklerin Efendisi Okuma Şenliği yaparım, kim bilir.  
 
Diyeceğim o ki, daha önce okuduğunuz ve sevdiğiniz kitaplara, özellikle de sürükleyici serilere, bir süre sonra tekrar geri döndüğünüzde farklı ama yine pek hoş bir şeyle karşılaşıyorsunuz, öneririm.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

2013 yaz okumaları


Bu yazıda size hem bu yaz neler okuduğumdan hem de nerede, nasıl okuduğumdan bahsetmek istiyorum. Tüm bunları maddeler halinde yazarak anlatayım en iyisi.

1. Bu yaz, her yaz gibi, daldan dala atlayarak okudum, türlere ve yazarlara bağımsız kalmadan. Herkese öneririm. Yeni çıkanları da takip etmeye çalıştım ama daha çok okunmayı bekleyenlere şans verdim.

2. Artık gelenekselleşen, her yaz serinin 1-2 kitabını okuduğum "Harry Potter Okuma Şenlikleri"ni yine gerçekleştirdim, ondan ayrı bir yazıda bahsetmek istiyorum.

3. Birkaç ay öncesine kadar gözlüklerimi çok da düzenli kullanmıyordum, yoruldukça takıyordum. Bu yaz anladım ki artık gözlüksüz pek rahat okuyamıyorum. Bu gerçek tüm sertliğiyle suratıma çarptı. Artık gözlüksüz hiçbir yere gitmiyorum.
4. Bir yaz klasiği olarak elbette en çok sahilde okumayı sevdim. Her sahil okumasında olduğu gibi kitaplar ıslak havlular sebebiyle biraz nemlendi, biraz da güneş kremli ellerle dokunulmaktan lekelendiler. Ama güzel olansa, aralarına biraz da kum girdi. Böylece kışın açtığımda bana yazı hatırlatacak pıtır pıtır bir şeyler dökülecek kucağıma.
5. Genel olarak bu senenin yaz okumalarında, özellikle de sahilde, sürükleyici kitaplar seçmeye çalıştım. Bazen polisiye, çoğunlukla fantastik. Pek risk almadım kitap seçimlerimde.
6. Sizin plaj çantanızda neler var bilmem ama benimki epey doluydu. Güneş kremi, yedek mayo, havlu vb. zaten hepimizde vardır tahminen. Ben bir de 3-4 kitap ekledim tüm bunlara. Neden mi? Çünkü bazen okumakta olduğum kitap bitmek üzere oluyordu, e demek oluyor ki zaten 2 kitap kesin girecek çantaya. E bir de seçeneğim olsun, eğer sıradaki kitabı sevmezsem diye alternatifler de hop çantaya. Böylece epey yüklü bir şekilde gidip geldim denize.
7. Bu sene balkonda da kitap okumayı çok sevdim. İlk defa yaptığım bir şey değil elbette ama bu sene iyice keyfine vardım. Yanımda da mutlaka içecek bir şeyler bulundurdum.
8. Neler içtim peki kitap okurken? Bu aralar, sıcak tüketmeye alıştığım bitki çaylarını yapıp, buzdolabına koyup sonra da soğuk soğuk içiyorum. Özellikle meyveli bitki çayları bu iş için çok uygun. Bu sene nedense pek limonata içmiyorum, geçen yazlarda çok fazla içerdim oysa. Evde yaptığım soğuk kahveleri de seviyorum, büyük sürahilerde yapıyorum, minik termosuma koyup sahile de götürüyorum.
9. Kitap okurken bir yandan da neler yedim peki? Bu sefer çok ciddi bir şekilde yediklerime dikkat ediyorum ama kitap okurken yeni keşfettiğim bir şeyi yemekten kendimi alıkoyamadım: çikolatalı leblebi. Tadı leblebi şekerine epey benzese de biraz daha az şekerli ve inanılmaz lezzetli. Öneririm. Yazın olmazsa olmazı ise benim için, şeftali ve haşlanmış mısır. Bunlardan da bolca tükettim.
10. Peki bu yaz ne tür kitaplara biraz uzak kaldım? Açıkçası yorucu okul senesinin ardından akademik kitapları bir süre daha pek de okumak istemiyorum. Bu yaz neden bilmiyorum ama klasiklere de pek yanaşmadım oysa geçen iki yazımı Rus ve İngiliz klasiklerini okuyarak geçirmiştim. Mesela geçen hafta Andre Gide’nin bir kitabını elime aldım, ondan da biraz sıkıldım ve yine okunmayı bekleyen fantastik serilerime geri döndüm.
11. Fantastik fantastik diyorum, peki bu türden neler okudum? Elimde üç ünlü serinin ilk kitabı vardı: Zaman Çarkı, Ölüm Kapısı Serisi ve Ejderha Mızrağı. Üçünü arka arkaya okusam herhalde hepsi birbirinin içine girerdi. Bu yüzden Zaman Çarkı ile başladım, epey de sevdim, devam kitapları okunacak kitaplar listeme eklendi. Terry Pratchett ve Neil Gaiman’ın okunmayı bekleyen birkaç kitabını okudum, her zamanki gibi epey iyi vakit geçirdim.
12. Maalesef ilk Stephen King denemem başarısızlıkla sonuçlandı diyebilirim. Nedense ilk deneme için gidip en kalın kitabını aldım, bir de çok taşınmalı, hareket halinde olduğum bir döneme denk geldi. Kitabı yarılamam ve devamını merak etmeme rağmen hala rafta okunmayı bekliyor. Kütüphane odasına girdiğimde ondan yana bakmamaya çalışıyorum vicdan azabıyla baş edebilmek için.
13. Dediğim gibi, bu yaz hep bir yerden bir yere gittim, bu nedenle yollarda da bol bol okudum. bir o kadar da (ipad sağ olsun) oyun oynadım. Arabada çok da rahat okuyamadığımı bir kez daha anladım ama uçaklar kitap okumak için çok rahat yerler bana kalırsa, vaktin nasıl geçtiğini anlamadım bile.
14. Bu yaz kütüphane odasını tekrar yerleştirdim. Sandığımdan çok daha zor bir işmiş, 2 günde zor bitti. Sanki saatlerce spor yapmışım gibi her yerim günlerce ağrıdı. Sonuçtan pek de memnun değilim açıkçası. Türlere göre sıraladım kitapları ama ne bileyim, sanki biraz karışık oldu. Bir ara gözümü karartıp tekrar kolları sıvamalıyım. Bu konuda öneri ve tavsiyelere de elbette açığım.
15. Bir yandan da blogda ne tür yenilikler yapabileceğimi düşündüm. Anladığım kadarıyla yazları bloglar az okunuyor, ya da benim blogda geçerli durum bu. O zaman diyebilirim ki yeni sezon için aklımda pek eğlenceli fikirler var (: Önümüzdeki günlerde ipuçları vermeye başlayabilirim. Sizin de bu konuda bana yardımcı olacağını düşündüğünüz fikirleriniz varsa, yardımlarınızı bekliyorum.
 
Peki siz neler yaptınız bu yaz, nerelerde neler okudunuz?

Oaxaca Günlüğü - Oliver Sacks


Bir başka Oliver Sacks kitabı ile karşınızdayım. Bu seferki bir öncekinden de keyifli, bir seyahat günlüğü.
Herkesin ‘ah keşke ölmeden şurayı bir görsem’ dediği bir yerler vardır. Benim için oralar Latin Amerika ve Orta Doğu, epey geniş kapsamlı isteklerim varmış. Umarım bir gün oraları dolaşıp, duvarımda asılı olan harita üstünde de gezip gördüğüm her yere bir raptiye saplarım.

Öncelikle Oaxaca’nın nasıl okunduğuna bir açıklık getireyim. İspanyolca’da X’ler H olarak okunduğundan, Oaxaca da "Ohaka" diye okunuyor. Bilmiş bilmiş anlattığıma bakmayın, bana da Sacks yardım etti.

Daha önce hiç seyahat günlüğü okudum mu emin değilim, çok uzun yıllar önce Buket Uzuner’in New York’a dair hazırladığı bir şeyi okumuştum sanki. Sacks bana bu türü aslında epey sevdiğimi ama nedense çok göz ardı ettiğimi hatırlattı.

2006 yılında basılmış olan ve bu yıl da Yapı Kredi Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilen bu güncede iki anahtar kelime var: Oaxaca ve eğrelti otları. Şaşırdınız değil mi, eğrelti otları benim için lise biyoloji dersinin sporla çoğalan kahramanıydı. Bu kitap bu ilkel bitkiye bakışımı tamamen değiştirdi. Eğrelti otu nereden çıktı peki? Sacks bir eğrelti otu hayranı, nörolog olmasına ek olarak. Ve kendi gibi aşağı yukarı 30 kişiden oluşan Eğrelti Otu Derneği’nin Oaxaca’ya düzenlediği geziyi kitap haline getirmiş. Çok ilginç değil mi?
Küçükken epey bir süre Bilim Çocuk okudum, matematik takımındaydım. Ama nasıl olduysa lisede doğa bilimlerine olan tüm ilgim hepten yok oldu, tam bir sosyal bilimci oldum. Yıllardır da durum bu, fen ve matematik namına pek bir şey okuduğum söylenemez, kötü bir şey sanırım bu. Ancak bu kitap öyle bir heyecanlandırdı ki beni, elime büyüteç alıp tepeler tırmanmak, yeni bitki türleri keşfetmek ve hiç bilmediğim yerleri tek başıma gezmek istedim. Hepsi Sacks’ın samimi dili yüzünden. Mesela yer yer grup arkadaşları kadar eğrelti otlarına heyecan duymaması, yorulması, sıkılması bu seyahat günlüğünü çok ‘gerçek’ kılmış. Bir de epey içine kapanık bir adam Sacks, bunu yer yer kendisi de itiraf ediyor. Bana benzeyen, benim benzediğim insanların yazdıklarını okumak hoşuma gidiyor. Bir de adını bile duyduğumdan şüphelendiğim Oaxaca’nın meydanı, pazarları ve görülesi yerleriyle ilgili bir şeyler okumak da pek hoşuma gitti. Bizim yerel pazar yerlerini, çeşit çeşit meyve sebzeyi anımsattı. Tabii bizde kakao eksik, büyük de bir eksik. Bir çikolata sever olarak ağzım sulanarak okudum kakao çekirdekleri ile ilgili bölümü.
Bu aralar Sacks’ın kitaplarına dair bana en çok şu yönde sorular geliyor: dili çok ağır mı, anlamayıp sıkılır mıyım? Açıkçası çok haklı sorular. Düşününce beni ne tür kitaplar sıkar diye, sanırım dili çok ağır olan, anlattığını kesinlikle anlamadığım kitaplar onlar. Evet, Sacks nöroloji ve bitki bilimi gibi alengirli konulardan bahsediyor benim okuduğum kitaplarında. Ama bunu kesinlikle üstten bakan bir edayla, okuru terimlere boğarak yapmıyor. Son derece ilginç konuları net bir şekilde, bir de sevimli bir dille anlatıyor. Bu kadar öneriyor olmamın sebebi de bu sanırım. Bu nedenle tereddüt etmenize pek gerek yok sanırım.
Bir de garip bir şey oldu, bu yazıyı yazmadan önce sabah televizyonda terrarium ile ilgili bir program vardı. Terrarium nedir? Sacks'ın da bahsettiği bir şey bu. Ne olduğunu açıklamak için Sanayi Devrimi'ne geri gitmek lazım, hani İngiltere'de gerçekleşen, kömürün başrolü oynadığı dönem. Tabii o kadar kömür yakılınca korkunç bir hava kirliliği de beraberinde gelmiş. İnsanlar kadar bitkiler de etkilenmiş elbette. İnsan sağlığı konusunda o dönem ne tür tedbirler alındı bilmiyorum ancak bitkileri yetiştirmek için cam kutular yapılmış, neye benzediklerini görmek isterseniz hemen internette aratın. Günümüzde daha çok ev dekorasyonunda kullanılıyorlar. Epey zahmetli ama bir o kadar da güzel bir uğraşa benziyor. Neden anlatıyorum peki şimdi bunu? Çünkü 18. ve 19. yüzyıllarda, yani sanayinin gelişmekte olduğu o dönemde eğrelti otları bu cam kutularda yetiştirilmiş, oradan seralara taşınmış. Sacks'ın da ailesinden yadigar olan bu merakı taa o zamanlara dayanıyor. Yani yıllar yıllar önce de eğrelti otları epey seviliyormuş.
Eğer seyahat etmekten, bitkilerden ya da sadece yeni bir şeyler öğrenmekten zevk alan biriyseniz, bu sıcaklarda sizi çok da yormayacak okumalık bir şeyler arıyorsanız, Oaxaca Günlüğü’nü çok sevebilirsiniz. Bir de sonrasında kendinizi derinlemesine inceleyecek bir şeyler ararken bulabilirsiniz Sacks’ın eğrelti otları ile olan ilişkisine özenip.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Kıyamet Kitabı - Connie Willis

Erkek arkadaşım yazdı bu kitap yazısını, bir nevi konuk yazar. Bence benden çok daha iyi bir iş çıkarmış, umarım siz de beğenirsiniz. Ben en kısa zamanda okumayı düşünüyorum birazdan bahsi geçecek olan kitabı, epey meraklandım. Eğer siz de beğenirseniz bu kitap yazısını, yorum bırakmayı unutmayın ki ben de daha fazla yazı talep edebileyim ondan (:

Ve işte o yazı:
Hepinize 2050 Oxford'undan selamlar. Elbette bu selamı alabiliyorsanız ve ben bir şekilde bunun farkına varabilirsem zaman geçişini olanaklı kılan ağa dair bildiğimiz tüm teorileri gözden geçirmemiz gerekecek ama konumuz bu değil. Konumuz Connie Willis'in bu önemli yılı, sizlere nasıl ilettiği. Nasıl derken, hem ne şekilde resmettiğini hem de nasıl becerebildiğini kastediyorum ve özellikle ikincisini nasıl başardı bilemiyorum, çünkü ağdan geçmişi etkileyecek şeylerin geçmesi olanaksız! Neyse, konudan sapıyoruz.

Kıyamet Kitabı aslında şu an gelecekteki bizi, sizden esinlenen bir konuma koyuyor. 14. yüzyıl Avrupasında neler olup bittiğini kestirmek bir hayli zor çünkü tarihsel dokümanların bir kısmı eksik ya da kayıp, geri kalanlar ise var bile olmamışlar; o dönemin insanları medeniyetin çok da fazla yaşayabileceğine inanmamışlar olsa gerek. Fakat mühim nokta şu, yıl 2050 de olsa değişmeyen bir şey var, o da geçmişe her zaman bugünün lenslerinden bakıyor olmamız. Kıyamet Kitabı ise sizi biraz daha zor bir konumda bırakacak, bugünün lenslerinden bir gelecek inşa edip, o gelecekten bir anda sizi yaklaşık 700 yıl kadar geriye tekmeleyecek! 2050'ye göreli olarak daha yakın olmanız ise pek bir artı sağlamıyor size, nitekim burada neler olup bittiğine dair hiçbir fikriniz yok; en azından kitabı okuyana kadar. Biz burada tarihin farklı çağlarını deneyimleyebilmek adına bir zaman makinesi inşa ettik, bu sayede ise  geçmiş ile olan bağımızı salt bilgi düzleminden çıkartıp, tecrübe haline sokabilir hale geldik. Connie ise bir şekilde Kivrin'in 1348'e olan yolculuğunu, -tam da veba zamanı!- tamamen kaydetmeyi başarmış; o dönemin atmosferini adeta kelimelerle sayfaların üstünde resmetmiş ve size bizim gördüklerimizi görme imkanını sağlamış. 

Kendisine müteşekkir olmanız gereken şeyler bununla da sınırlı kalmıyor. Kivrin'in anlattıklarına göre bir kaç kulübe ve kilise dışında bomboş bir yeşillik olan Manchester arazisine biz milyonlarca insanı nasıl sığdırmayı başardıysak, Connie Willis de bu zamandaki salgını, Gilchrist'in içine düştüğü buhranı ve insanoğlunun "öteki" ile olan imtihanını da o kitabın içine sığdırmayı başarmış. Öteki diyorum, çünkü hastalıkların Tanrı'nın cezaları olduğu düşünülen, dahası mikrop kelimesinin icat dahi edilmediği bir vakitte insanlara hijyeni anlatmakla, günümüzün değerleri arasında incelemeye değer bir ilişki var. Günümüzün derken ise, sizinkini kastediyorum, demiştim ya bu vakitte neler olup bittiğine dair hiçbir fikriniz yok ve size her şeyi de anlatacak değilim; çünkü uçan arabama binip kendime yeni bir çift göz almalıyım, bunlar buğulanıyor iyiden iyiye. Şaka.


Son olarak, zamana ve içinde yaşadığımız mekanlara dair bildiklerinizi ve bildiklerimizi iyiden iyiye karıştırma potansiyeline sahip bu kitabı okumanızı rica ediyorum. Eğer olur da bu mesaj ağı aşıp bir şekilde size ulaşırsa, burada bir hayli ilginç değişiklikler olacağı neredeyse kesin ve bunlara tanıklık etmeyi düşünmek bile heyecan verici. Tıpkı sizin Kıyamet Kitabı'nda karşılaşacağınız şeyler gibi.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Mars'ta Bir Antropolog- Oliver Sacks


Bahçedeki palmiyenin dibinde okudum bu kitabı, minik yuvarlaklar palmiyenin yenemeyen meyvelerinin kurumuş halleri
Geçen ay ani bir şekilde psikolojiye merak sarmıştım, blogun takipçileri belki hatırlarlar, sonra geldiği gibi de gitmiş gibiydi. Bu hafta o merak nöroloji ile birleşip bambaşka bir hal aldı. Ne garip meraklar, zaten hemencecik sıkılıyorsun demeyin, ben epey eğleniyorum. Ama evet haklısınız, geldikleri gibi hızlıca gidiveriyorlar. Ben de hazır buradalarken merakın itkisiyle konuya dair bir şeyler okuyorum.
Oliver Sacks son keşfim, hayranı oldum, gerçekten, Goodreads’de de mesela hayranı oldum. 1933 doğumlu Sacks Amerika’da yaşayan bir İngiliz nörolog. Türkiye’de kitapları Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkıyor, belki başka yayınevinden de çıkmıştır ama ben görmedim. Aslında 1-2 sene önce Karısını Şapka Sanan Adam’ı görmüştüm kitapçıda, ne acayip kitap ismi demiştim, sonra unutup gittim. Prag seyahati için de minik çantama sığacak ince bir kitap arıyordum (evet, bazen kitap seçimlerim böyle saçma belirleyiciler üzerinden şekilleniyor), bunun üzerine Oaxaca Günlükleri'ni aldım. Bir solukta bitirdiğim bu gezi günlüğünün daha ilk sayfalarında bir Sacks hayranı olmuştum bile. (Oaxaca Günlükleri yazısı da pek yakında blogda)

1995 yılında yayınlanmasından sonra Mars’ta Bir Antropolog, epeyce ünlenmiş, pek beğenilmiş yurt dışında. Goodreads puanı da iyi, 4,16/5. Peki nelerden bahsediliyor bu ilginç isimli kitapta? 7 hastanın hikayesi anlatılıyor, hepsi de nörolojik rahatsızlıklardan muzdaripler. Detaylardan biraz sonra bahsedeceğim ama bana bu kitap gerçekten çok önemli bir şey öğretti. Şöyle  ki, nörolojik rahatsızlıklar akla hemen hastanın eksikliklerini, yapamadıkların ve tahminen hayatlarının sonun kadar yapamayacakları şeyleri akla getirir, doğrudur da. Eğer otistik bir yakınınız varsa tahminen çok uzun süre (belki de hiçbir zaman) sizinle göz kontağı kurmayacaktır, ona sarılmanıza izin vermeyecektir, size sevgisini hiçbir zaman göstermeyecektir; tüm bunları bizim bildiğimiz yollardan yapamayacaktır. Peki sevgimizi sadece söyleyerek, sarılarak mı gösteririz? Elbette hayır. Doğuştan görme engelli ya da sonradan bu duyusunu yitiren biri evet, nüfusun çoğunluğu gibi göremeyecektir çevresini, renkleri sadece lekeler olarak görecektir, belki de daha karanlık olacaktır görüşü. Yine aynı soru, bizim bildiğimiz ve alıştığımızın dışında görme formları yok mudur? Elbette vardır. Ama nedense bu 'rahatsızlıklar' aklımıza hemen yapılabilenler ve yapılamayanlar listelerini getirir, öyle yapmasak keşke.

Yakın çevremde nörolojik bir rahatsızlık geçirmiş, geçirmekte olan biri yok. 1000 kişiden birinde görülen, yani son derece yaygın olan otizmli bir tanıdığım ise geçen sene oldu. Arkadaşlarımdan birinin kardeşine otistik tanısı kondu. Onun anlattıkları üzerinden otizm’i ne kadar az bildiğimi fark ettim. Arkadaşımın pek yakışıklı minik kardeşi de birçok otistik gibi konuşmuyor, pek sevdiği ablasına bile kendini öptürmüyor, ama bir o kadar da yaramaz ve her çocuk gibi yerinde duramıyor. Her çocuk gibi onun da sadece kendini dahil ettiği bir dünyası var. Tüm bu anlattıklarımla beraber, Sacks bana şunu düşündürdü, zaten o da birçok kez dile getiriyor bunu kitap boyunca; eğer bir kişinin nörolojik rahatsızlığı varsa, diyelim ki göremiyor, bu durum o kişinin kendine ait bir dünya yaratmasına engel midir? Bizim bildiğimiz, içinde yaşadığımıza alternatif dünyalar olamaz mı, görmek için göz yerine parmak uçlarının kullanıldığı, sevginin sarılarak değil de başka başka şekillerde gösterilebildiği? Elbette olabilir, oluyor da. Sacks kitabıyla bunu bir kez daha kanıtlıyor.

Sacks kitabında 7 hastanın hikayesini anlatıyor. ‘Hasta’ kelimesi ise bildiğimiz hasta tanımıyla örtüşmüyor, ancak daha iyi bir alternatif olmadığından (en azından benim kelime haznemde) ben de bu terimi kullanmaya devam edeceğim. Kimler peki bu hastalar, geçirdiği bir kaza sonrasında renkkörü olan ressam Bay I., beynindeki bir tümör sebebiyle fiziksel görünüşü ve en önemlisi karakteri tamamen değişen Greg, Tourette sendromlu cerrah Dr. Bennett, 30 yıldan sonra tekrar görmeye başlayan Virgil, hafızasındaki çocukluk köyünden başka bir şey çiz(e)meyen ressam Franco, süper yetenekli çocuk ressam Stephen, ve pek ünlü Temple Grandin.

Hikayeleri anlatmayacağım, hem çok uzun sürer hem de kitabı okumak isteyenlerin tüm eğlencesini kaçırmış olurum. Ancak beni en çok etkileyen altıncı hikaye, yani Stephen’ın hikayesinden bahsetmek istiyorum. Stephen otistik, erken yaşlarda konan bu tanı onu böyle bir kategoriye dahil etse de resim yeteneğine bir engel değil, bir de bu yetenek sıradan bir yetenek de değil. Stephen genelde binaları çiziyor, hafızasında. Devasa bir binayı en ince ayrıntısına kadar çizebilmesi için birkaç saniye bakması yetiyor. Bu yetenek ona hem ünü hem de zaman içinde yeteneğinin sağladığı sosyalleşme sonucunda insanlarla iletişiminde artışı da beraberinde getiriyor. İşin ilginç yanı, 17 yaşındayken, çizim yeteneğine ek olarak bir de bir müzik dehası olduğu ortaya çıkıyor. Ailesinin ilgi ve desteği, aldığı eğitim sayesinde kendi yemeğini yapabiliyor, kızlardan hoşlanıyor, espriler ve şakalar havada uçuşuyor. Bazı otistiklerin bir alanda çok çok yetenekli olduğu biliniyor; bu çizim yeteneği olabilir, işlem yeteneği olabilir ya da daha farklı alanlarda da görülebilir. Bu noktada ilgi ve destek, kişilerin hayatlarının şekillenmesinde önemli rol oynuyor gibi, en azından benim anladığım bu.
Temple Grandin, yani son hikayenin kahramanı belki size de tanıdık gelmiştir, ismi ilk okuduğumda bir yerlerde daha önce hakkında bir şeyler izlediğimi hatırladım çünkü. Grandin, yakın zamanda filmi de çekilmiş olan bir otistik, şu anda doktorasını yapıyor, büyük baş hayvanlar üzerine. Bu konudaki tasarımları epey ünlü, kullanılıyor; yani o hem akademisyen hem de iş kadını. 3 sene önce filmi izlemiştim, size de öneririm. Sacks'ın kitabının adı da Grandin’in hikayesinden çıkıyor zaten.
Sacks’ın da dediği, her insan içinde bulunduğu duruma uygun olarak, özgün bir gelişim gösterir. Bu özgünlük de 'engelli' olarak adlandırdığımız kişilerin eksilerini artıya dönüştürmesine sebep olur. 30 yıldan sonra görmeye başlayan Virgil’in gören biri olarak yaşadığı zorlukları okumak gerçekten çok ilginçti. Ya da 65 yaşında geçirdiği kaza sonucu renkkörü olarak hayatına devam eden ressamın bu koşullar altında sanatına yepyeni bir çehre kazandırması. Benim anladığım, bizim felaket olarak gördüğümüz şeylere insan zihni kısa sürede uyum sağlayabiliyor, yeter ki gerekli olan istek ve motivasyona bir zarar gelmesin.

Daha önce hiçbir kitabın bu kadar ani olarak bir şeylere bakışımı değiştirdiğine şahit olmamıştım. Bu açıdan Sacks ve kitabı beni çok çok etkiledi. Nöroloji ilginizi çeksin ya da çekmesin, yazarın anlattıklarına kayıtsız kalmak mümkün değil. Bundan sonra benim 'Herkesin Okuması Gereken Kitaplar' listemde kesinlikle yerini alacak  Mars’ta Bir Antropolog.
Hastalıklar hassas konular, bu nedenle kelime seçimlerimi çok dikkatli yapmaya çalıştım, yine de rahatsız edici ve kırıcı bir şeyler söylediysem istemeden, kusura bakmayın.

11 Ağustos 2013 Pazar

Güneş, deniz, kum ve GRE hazırlıkları


23 yaşında tekrar çember, daire ve türlü türlü matematikli şey
 
Yapılacak işler bitmiyor, bitemiyor.
Tam tatil yapacağım derken şimdi de GRE ile uğraşıyorum. GRE nedir?
Graduate Record Examination’ın kısaltması, GRE, bir sınav, sınav dili İngilizce, Amerika’da yüksek lisans başvurularının olmazsa olmazı. 3 bölümden oluşuyor: matematik, okuma-anlama ve yazma. Matematik bizim üniversite giriş sınavının en kolay matematik soruları kıvamında, lise 1’in ilk konuları dersem anlarsınız. İnsanları delirtense ikinci kısım. Her ne kadar 2011’de sınavın yapısında büyük değişikliğe gidilmiş olsa da herkes hala en çok ikinci bölümde zorlanıyor. Değişiklikten önce yüzlerce kelimeden oluşan kelime listeleri vardı, bunları ezberliyordunuz. Eş anlamlılar, zıt anlamlılar önemliydi. Kelimeler de öyle tahminle, sezgiyle, kafadan sallamayla tahmin edilebilecek kelimeler değillerdi, türlü türlü terim vardı. Anadilleri İngilizce olanlar dahi zorlanıyordu bu kısımda. Tüm bu eleştiriler göz önüne alınmış olacak ki, dediğim gibi sınavın içeriği epey değişti, kelimelerin yerini okuma parçaları ve cümle tamamlamalar aldı ancak eskisi kadar olmasa da hala kelime çalışmak gerekiyor hazırlık aşamasında. Son bölüme gelecek olursak, burada 2 ayrı yazı yazmanız bekleniyor, konuyu GRE veriyor. Birinde kendi görüşlerinizi ekliyorsunuz, diğerinde sadece var olanı analiz ediyorsunuz.
Aslında ben bu sınava 3 sene önce girmiştim, sınav sonuçları 5 sene süreyle geçerli bu arada, matematikte hepsini doğru yapmıştım (çoğunluk matematikte çok iyi sonuçlar alıyor zaten), kelimelerde yani ikinci bölümde 300/800 gibi rezalet bir sonuç elde edip bir de üstüne yazma kısmında 3/6 tutturmuştum. Sınav hakkında neredeyse hiçbir şey bilmemem, yorgun girmem ve genel olarak İngilizce seviyemin şu ana göre daha düşük olması bu feci sonuçların sebebiydi sanırım. Ancak bu sefer riske atma şansım yok, Aralık’ta doktora başvuruları var ve ben 19 Eylül’de gireceğim bu sınavdan iyi bir şeyler almalıyım.
Elimde 3 sene önceki denememden kalma bir kitap var, matematik kısmından başladım. İnternet GRE çalışma konusunda epey yardımcı olacak gibi. Bir de ipad’e birkaç application yükledim, onlar da kelime ezberleme kısmında işimi kolaylaştırabilir.
GRE’ye çalışma konusunda önerilere fazlasıyla açığım, şans dileklerini de kabul ediyorum (:

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Prag, 2.gün

 
Prag seyahatinin ikinci gününde neler yaptık? Galiba en dolu geçen gündü bu.
Otelde kahvaltı veriliyordu ancak içeriği sebebiyle Prag günlerine aç başlamak zorunda kaldım. Normalde kahvaltıda peynir, domates ve ekmekten pek başka bir şey yemem. Otelin kahvaltısında ise 4 çeşit et, birkaç çeşit yulaf ve marmelat olunca pek de taze olmayan kruvasanları kemirmek zorunda kaldım. İkinci günde de bu kısa kahvaltıdan sonra sokağa attık kendimizi, hava bir önceki güne göre epey kapalıydı ve yanımızda şemsiye yoktu, kısa bir süre sonra ıslanacağımız son derece barizdi. Her neyse, yine otelden meydana doğru yürümeye başladık, ikinci günün hedefi ünlü Charles Köprüsü’nü görmekti. Trafik çok düzenli, insanlar genel olarak sakin olduğundan Prag yollarında yürümeyi ben epey sevdim. Ancak turistik yerler için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. Merkeze gidene kadar neler vardı peki yol üstünde? Elbette Starbucks, birkaç tane Çin ve Vietnam yemeği yapan restoran, metro istasyonu, market, ve onlarca cafe.
 
Mimariyle ilgilenenler için şahane bir yer Prag, bense bu konuda son derece cahilim. Mala Strana semtine doğu yürürken, yol üstünde modern mimarinin ünlü örneklerinden biri olan Dans Eden Ev (1996) çıktı karşımıza, mimarı ise Frank Gehry. Galiba biraz hazırlıksız gittik biz, mesela bu binaya sadece baktık, birkaç fotoğraftan sonra yolumuza devam ettik. Keşke daha detaylı bilgi alabileceğimiz bir rehber ya da kitap olsaydı yanımızda. Her neyse, sonra nehir boyunca yürümeye devam ettik, eski binalar tüm ihtişamları ve renkleri beraber sağ tarafımızda kaldılar. Yarım saatlik yol boyunca iki kere sağanak yağmura yakalandık, günün devamında ise yakıcı güneşte kuruduk. Hep böyle midir bilmem ama biz oradayken hava çok değişkendi, bu konuda dikkatli olmak lazım gitmeden önce. Nehir nasıl derseniz, epey geniş, içinde küçük adacıklar bile var. Minik kayık kiralayıp gezme imkanı da var ama biz ona yeltenmedik havadan ötürü. Yürümeye devam ettik, bol bol fotoğraf çekerek. Turistlerin akın ettiği Charles Köprüsü’ne gelmeden önce işlemeli minik kuleyi gördük. Maalesef ışıktan dolayı üzerindekiler pek belli olmuyor ancak el işçiliğinin şahane olduğunu söyleyebilirim. Ve biraz daha yürüdükten sonra işte ünlü köprü. Keşke hava bu kadar puslu olmasaydı, çektiğim fotoğraflar bu kadar silik çıkmasaydı. Maalesef bunlarla idare edeceğiz.
 
Dediğim gibi, inanılmaz kalabalıktı köprü. Kafa karışıklığı içinde birkaç kuleye çıktık, bir şeyler atıştırdık ve köprü üstünde yürümeye başladık. Çok çok güzeldi manzara, bu noktada kelimeler pek yardımcı olmuyor sanırım. Umarım bir şekilde görme şansınız olur. Ben köprü üstünden kendime kolye-küpe seti aldım. Minik çakıl taşlarının üstüne minicik kuşlar çizen bir sanatçıdan. Eğer siz de benim gibi takı sevenlerdenseniz, bakmadan geçmeyin, geçemezsiniz de zaten çünkü sayıca çoklar. Köprünün sonu da hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu, rengarenk binaların olduğu dar sokaklara çıkıyordu. Yollar da hep taş döşeme, bu tabi yürüme işini epey yorucu hale getiriyor. Bir şeyler atıştırdıktan sonra Çek geleneksel hamur işini tattık, ben bayıldım! Adı Trdelnik. Yapılışı da çok ilginç, sıcak demir boruların üzerine ince hamur şeritler sarılıyor, hemen pişiyor, çekip çıkarıldıklarında içleri boş, hamurdan küt borularınız oluyor. Şeker ve bademe bulandıktan sonra da yiyorsunuz. Her ne kadar sıcak hamur bir süre sonra mideye otursa da ben çok sevdim. Sadece bu semtte değil, açık şehrin birçok noktasına kurulan açık hava pazarlarında bulabilirsiniz.
 
Yürüye yürüye ve bir kaç kez yağmura yakalandıktan sonra Petrin Tepesi’ne değil ancak o hizada bir yere çıktık, Prag Kalesi'ne. O kadar heybetli ve ağızları açık bıraktıran bir yer ki burası, planladığımızdan da uzun süre kaldık, bu yüzden sonraki günlerin programında değişiklik yapmak zorunda kaldık. Dünyanın en büyük antik kalesi olan bu yere sabah erken saatlerde gitmenizi öneririm, hem daha rahat gezersiniz hem de bol bol fotoğraf çekersiniz.
Prag Kalesi yakınlarındaki oyuncak müzesine gitmeyi daha Prag'a varmadan aklıma koymuştum ancak bu iki katlı mükemmel müzenin yazısını ayrıca hazırlamayı düşünüyorum, bol bol fotoğraf ekleyerek.
Anlatınca nasıl geliyor bilmiyorum ancak tüm bu yerleri hiçbir araç kullanmadan gezdik, tüm gün boyunca yürüdük yani. Bu nedenle Prag’a gitmeyi planlayanlar bol bol yürüyeceklerini akıllarında bulundurup buna göre hazırlanmalılar. Üçüncü günün yazısını da en kısa sürede hazırlarım diye umuyorum.
 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Prag, 1. gün



Aklımda, Prag’da olduğum sürece seyahati gün gün yazmak vardı ancak pek mümkün olamadı. O kadar yoruldum ki dolaşmaktan, otele geldiğim an uyuyakaldım. Gecikmeli de olsa Prag günlerini, gün gün yazıyor olacağım. Umarım siz de benim kadar keyif alırsınız, ekran başından olsa bile.

İstanbul’dan Prag uçakla 2 saat sürüyor. Kalkış, yemek, iniş derken zaman bana kalırsa son derece çabuk geçti, ki ben uçak yolculuklarında çok sıkılan biriyimdir. Sağ  ve sol yanımda oturanlar (sağdaki erkek arkadaşım) uçakta epey gerilen insanlar olduklarından onlarla muhabbet etmek pek mümkün olmadı. Ben de zaten kısa olan uçuşu biraz kitap okuyarak, biraz da Prag gezi rehberine bakarak geçirdim, servis edilen kahvaltıyı yedim ve hop Prag havalimanına indik! Hem de hiç sallanmadan, hava boşluğuna düşmeden.

Pek de büyük olmayan bu havalimanında çok vakit harcamadık, sadece sırt çantalarımız vardı zaten, bavul da beklemedik. Şehre giden otobüs için bilet aldık, 5-10 dakika içinde de klimasız otobüse bindik, en azından oturacak yer bulduk. Şehir merkezine kadar böyle gittik, 15-20 dakika sürdü. İlk olarak hava çok şaşırttı beni. Açıkçası bu kadar sıcak olacağını beklemiyordum, hatta keşke yanıma uzun kollu bir şeyler alsaydım diye düşünüyordum, iyi ki almamışım. Nem oranı çok çok fazla yüksekti ve 2 gün aşırı sıcak, 2 gün sağnak yağmurlu hava gezi planımızı kısmen de olsa etkiledi. Her neyse, şehir merkezine geldikten sonra otelimize doğru yürümeye başladık. Yarım saat kadar da o sürdü, öğlene doğru artık iyice yorulmuştuk. Otele varınca eşyalarımızı bıraktık, soğuk bir şeyler içtik ve kendimizi tekrar dışarı attık. Turistlerde görülen o her türlü yorgunluğa rağmen baki kalan gezme, görme isteği bize tekrardan enerji vermişti, iyi ki de vermişti çünkü Prag'da görülecek çok fazla şey vardı.
 
İlk iş elimizdeki paraları Çek parasına çevirdik. Exchange ofislerinin her birinin kendi değişim oranları ve komisyonları olduğundan dikkat etmek lazım, şehir merkezinden biraz uzaklaşıp hallederseniz bu işi daha karlı çıkabiliyorsunuz benim anladığım. Meydana gelmeden önce yolumuzun üzerinde Powder Tower vardı (ilk fotoğraf), eskiden barutların saklandığı kule. Sivri çıkıntıları, koyu rengi ile gotik mimarinin net bir örneği. Mimari bilgisi son derece zayıf olan ben bile bunu farkedebildim. Stare Mesto, eski meydanın olduğu semte verilen ad.  Turist kalabalığından adım atmanın zor olduğu bu yerde hediyelik eşya dükkanları, cafeler, restoranlar ve bir de çok lezzetli şeyler satan bir Belçika çikolatacısı var. Adını hatırlamasam da zaten tek bir çikolatacı olduğundan meydanda bulmak pek zor olmaz. Bir de benim pek sevdiğim Hard Rock Cafe var, Amerikan mutfağı sevenlerin bayılacağı bir yer burası. Fiyatlar nasıl derseniz bu meydanda, maalesef pek ucuz değil. Yemekler orta karar, alkollü içecekler epey ucuz, çikolatalar pahalı, Hard Rock Cafe ise epey pahalı bulunduğu her şehirde olduğu gibi, hediyelik eşya dükkanları ise konumlarına bağlı olarak fiyatlarında değişiklik gösteriyor. Biz kısıtlı öğrenci bütçelerimizden dolayı çoğunlukla fast food yemek zorunda kaldık. Ancak marketler pek pahalı değil, lezzetli sandviçler bulmak mümkün.


 
İlk günün geri kalanını tarihi meydanda dolaşmakla geçirdik, şans eseri hediyelik eşyaların merkezdeki dükkanlara göre daha uygun fiyatlara bulabileceğimiz bir pazarı keşfettik. Size bir diğer tavsiyem, ilk günden hediyelik eşya alışverişinde kendiniz kaybetmemeniz. Gezdikçe hem daha güzel şeyler gözünüze çarpıyor, hem de fiyat açısından en uygununu seçebiliyorsunuz. Biz bu nedenle alışverişi en son güne bıraktık. Bahsettiğim pazarın adı ise Havelske Trziste. Hemen karşısında çok güzel el yapımı kukla ve tahta oyuncakların satıldığı bir dükkan var, Suvenyr Praha adı, yukarıda fotoğrafını görebilirsiniz. Oraya uğramanızı mutlaka öneririm. Tarihi meydanda neler var derseniz, St.Niklaus Kilisesi (hemen üstteki fotoğraf, bu kareden hemen sonra sağnak yapğur başladı), Tyn Kilisesi, Kinsky Sarayı . Bir de aşağıda gördüğünüz tarihi astronomik saat. Yüz yıllardan beri durmadan çalışan bu saatin başı saat başlarında inanılmaz kalabalık oluyor. Sebebi ise her saat başı ortaya çıkan kuklalar ve sergiledikleri mini gösteri. Yorulduğumuzda meydan yakınlarındaki Cafe Coffee Time’a oturduk, çok lezzetli meyve suları ve devasa Türk kahveleri var, her ne kadar bildiğimiz kahveye benzemese de ben çok sevdim, yine de içinde meyve parçaları bulunan meyve sularını ve çilekli pastasını öneririm.

Tahminen bir rehberle gezip gezmediğime dair sorular gelecek yorumlarda. Rehberle gezmedik, ancak yanımızda daha önce Prag’a gelmiş bir arkadaşımız vardı, o epey yardımcı oldu. Bir de Dost Yayınevi’nin yarı harita, yarı rehberi vardı yanımızda. Yol bulma konusunda da ondan faydalandık, gezilip görülecek yerler listesini de gitmeden yapmıştık zaten. Ancak detaylı bir tarih bilgisi eşlik etseydi gezimize hiç de fena olmazdı açıkçası. Son günlerde öğrendik ki, bir şirketin ücretsiz rehberlik hizmeti varmış. Ücretsiz değil elbette de, rehberler yirmili yaşlarda gençler, 2-3 saatlik tur öncesinde para almıyorlar, tur sonunda bahşiş topluyorlar. Denemedik, bu yüzden nasıl olduğuna dair yorum yapamayacağım.
İlk günden aklımda kalanlar bunlar, otele dönerken her yerde karşımıza çıkan süper market zinciri Billa'ya uğradık, atıştırmalık bir şeyler aldık. Otele gider gitmez de uyuyakaldım zaten, aldıklarımı bile yiyemeden. Sonraki günler elbette çok daha dolu dolu geçti. Ancak gezi boyunca girip çıktığımız dükkanlarda, kafelerde ve en önemlisi otel odalarımızda klima olmaması çok fena oldu. Yine de ilk günün sonunda bizi son derece keyifli 4 günün beklediğini farkettik.

İkinci günde neler yaptık, nerelere gittik, hepsi yarın blogda!