29 Eylül 2013 Pazar

Paperchase


Dün Londra sokaklarını arşınlarken, önümden yürüyen kadının elinde "Paperchase" torbasını gördüm, iyi ki de gördüm. Bugün de uzun uğraşlar sonucu yerini buldum. İyi, güzel, hoş da, paralarım pıtır pıtır gitti. Bundan sonra bir süre sadece uzaktan bakmakla yetineceğim sanırım Paperchase ürünlerine.

Paperchase 1968 yılında iki sanat öğrencisi, Judith Cash ve Eddie Pond tarafından kurulmuş. Yıllar içinde el değiştirmiş. Şu an 130'dan fazla mağazası varmış ve sadece İngiltere'de değil, Dubai'de bile kırtasiye severlere hizmet veriyorlarmış.

Dediğim gibi, ben bugün gittim ilk defa bir Paperchase mağazasına. Ne kadar vakit geçirdim bilmiyorum bile. Önce bir sürü şey aldım elime, sonra tek tek geri koydum yerlerine bazılarını, mantıklı ve yaşıma uygun biri gibi davranarak. Bir de şimdiden yılbaşı ürünleri satışa çıkmış, hem de sezona kıyasla şu an fiyatlar çok daha uygun. Bir de çok geniş bir kart koleksiyonları var. Galiba bizim pek alışkanlığımız değil çevremizdeki insanlara özel günlerde ya da sadece içimizden geldiği anlarda kart vermek. Deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, Rusya ve Avrupa'da bu sektör almış yürümüş. En ufak marketlerde bile kart rafları var. Paperchase ise bu konuda çok iddialı anladığım kadarıyla.

Merak edenler için sitesi şu: www.paperchase.co.uk. Çok inceleme fırsatım olmadı ancak gördüğüm kadarıyla internetten sipariş verilebiliyor, elbette kargo ücretini de siz ödüyorsunuz. Türkiye'de bildiğim kadarıyla mağazaları yok ama belki büyük kitapçılarda ürünleri satılıyordur. Bu konuda bir fikriniz varsa yorum bırakırsanız sevinirim.

Yukarıda gördüklerinizi ise ben bugün aldım. Ajanda kendime değil, yakın bir arkadaşıma hediye gidecek. Fotoğraftakiler Paperchase'in yeni serisi, Woodland'e ait. Pek geniş ve güzel tasarlanmış bir koleksiyon. Sıcak su kesesinden, yemek setine; ipad kılıfından, masa takvimine kadar her şey var. Özellikle bu seriyi görmek isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz. Belirli aralıklarla koleksiyonları yenileniyormuş. Mesela Woodland serisini benim gibi pastel tonlardan vazgeçemeyenle sevebilir. Başka ne tür şeriler var derseniz, benim bugün gözüme neon ve siyah renkli, çiçekli bir seri çarptı. Robot serisi var, etnik motiflerin kullanıldığı bir seri var, pek sevimli illustrasyonların yer aldığı pembeli bir seri var... Her zevke hitap ediyor anlayacağınız Paperchase. Sitesine mutlaka bir göz atın bence.

Waterstones kampanyası

Fotoğraf makinemin sarjı olmadığından maalesef cep telefonundan çektiğim çirkin fotoğrafları koyuyorum

Londra'ya geldiğimden beri sık sık Waterstones'a uğruyorum, birçok yerde şubesi var ve kitap koleksiyonları oldukça geniş. Henüz listemdeki kitapçıları 
dolaşma fırsatım da olmadı zaten. Dün de ufak tefek kırtasiye eksiklerimi tamamlamak için gittim, bana yukarıda gördüğünüz kartı verdiler. Her 10 poundluk alışverişinizde bir damga basıyorlar, on alışverişten sonra da 10 poundluk bir hediye çeki kazanıyorsunuz. Benim pek hoşuma gitti bu yöntem, paylaşayım dedim.

Ve evet, Waterstones için ayrı bir yazı yakında blogda olacak (:

28 Eylül 2013 Cumartesi

Şehre dair ilk izlenimler: Ay burası çok güzel!

Londra'daki 4. günümün sabahında, bu şehre dair ilk izlenimlerimi yazabilecek kadar şey depoladığımı hissedebiliyorum. Benim bayıldığım, sizinse sevdiğinizi düşündüğümü "liste yöntemi"nden şaşmayacağım.

1. Burası çok güzel bir yer. Gerçekten. Hepimiz hayatında güzel yerler görmüşüzdür, ben de gördüm. Ama sanki Londra biraz daha farklı. Kalabalık ama boğucu değil, kasvetli ama sıkıcı değil, eski ama sıradan hiç değil. Mesela yakın zamanda bir konferans için Prag'a gittim. Gitmeden önce herkesten ne kadar güzel olduğunu dinledim. Güzel miydi, evet güzeldi ama sanki kısa süreli bir hevesti (: Londra ise hiç öyle değil. Bilmiyorum, belki de kısa süreli gelmediğimden böyle düşünüyorum. Beynim ben panik yapmayayım diye alttan alttan bana burada yaşamanın ne kadar mükemmel bir şey olduğunun sinyallerini veriyor. Öyle ya da böyle, geçen hafta blogda bu şehre dair yazacaklarım konusunda endişelerim vardi. Sevmezsem, başıma tatsız şeyler gelirse ne olacak diyordum, öyle olmadı, iyi ki de öyle olmadı.

2. Bu şehir epey pahalı. Maalesef öyle. Bilinmeyen bir şey de değil, yani bana sürpriz olmadı. Neler pahalı peki? Şu güne kadar ulaşımı çok kullanmadım, sadece iki kere metroya bindim, fiyatlar Avrupa ortalamasının biraz üstü sanırım (pek emin değilim, daha bilgiliyseniz bu konuda beni düzeltin). Tiyatro, sinema gibi aktivitelerin oldukça pahalı olduğunu duydum. Yani o görmeyi istediğim Shakespeare oyunları şu an için rafa kalktı, en azından ilk ay için. Kıyafet konusu ise belirli markaların mağazalarında fiyatlar pek oynamıyor, belki biraz daha pahalı diğer Avrupa ülkelerine göre. Ancak "Primark" diye bir alışveriş cenneti keşfettim, keşke keşfetmeseydim, hem ucuz hem de şahane güzel şeyler var. Kendime "Primark limiti" koymam gerekecek sanırım. Market fiyatları ise gerçekten pahalı. Tabii kişilerin şehir izlenimleri oldukça göreceli. Herkesin alışkanlıkları var ve yeni gittiği yeri de o alışkanlıklar üzerinden gözlemliyor. Ancak eminim ki, kim olursanız olun Londra'daki market fiyatları sizi biraz korkutacaktır. Bir de Türkiye'de pek alışık olmadığımı bir şey, çeşit çeşit mikrodalga fırın yemeği var. Ne çok sağlıklı, ne de çok lezzetliler ancak şu an için onlarla idare ediyorum. Aslında yemek konusunda alternatif çok. Restoran ve yemek zincirlerinin yanısıra, sokak yemeği pek yaygın. Mesela benim kaldığım yere yakın Borough Market var, öğle saatlerinde nefis yemek kokuları geliyor. Bir pazar düşünün, tezgahlarda sebze meyve değil de koca koca kazanlar var. Her ülkeden insan satış yaptığından, küçük bir dünya lezzetleri turuna çıkabilirsiniz 1-2 saat içinde. Pek yakın zamanda denemeyi düşünüyorum. Elbette bol bol fotoğraf çekip bloga da koyacağım.

3. Londra çok yürünülesi bir şehir. Zaten bu nedenle metro ve otobüse dair pek bir fikrim yok henüz. Kaldığım yerden okula en fazla 40 dakikada yürüyebiliyorum. Sürenin kısalığından çok yürüdüğüm rotanın şahanesi olması sevindiriyor beni. Çeşit çeşit sokak yemeği bulabileceğiniz Borough Market, sonrasında Shakespeare tiyatrosu, Tate Modern Sanat Galerisi... Tüm bu yerlerin önünden geçiyorum, üstüne üstlük bir de sağ tarafımdan Thames nehri akıp gidiyor. Sabahları çok sisli oluyor, Orta Çağ'dan kalma han yollarından yürürken hangi yılda olduğumuzu unutasım geliyor. İşte böyle böyle yürüyorum yolları.

4. Yemek konusundan ise ayrı bir yazıda bahsetmek istiyorum ama şimdilik, aç kalmadığımı söyleyebilirim. Sadece kahvaltı kısmında sorun yaşıyorum onun sebebi de peynir ve ekmekten başka bir şey yiyememem. Meyveyle geçiştirmeye çalışsam da uzun süre böyle idare edemem. Duyduğumua göre Türkiye'den gelen ürünlerin satıldığı marketler varmış. Oradan bir şeyler almak şart oldu gibi. Mesela şu aşağıda gördüğünüz ananas dilimlerinden oluşan kahvaltım. Ben epey severek yiyorum ama mide sorunlarım olsa tahminen sabah sabah bu kadar asitli bir meyveyi yemek bir eziyet olabilirdi. O garip şeyse, "passion fruit" sanırım Türkçe'ye "tutku meyvesi" olarak çevriliyor. Keçi bilmediği otu yemez misali, onu hep geriye bırakıyorum. Zehirliymişçesine kaçıyorum, ona değmiş ananasları da yemiyorum. Halbuki pek hoş kokuyor.

5. Daha önce turist olarak dolaştığım zamanlar oldu. Ama yeni bir şehre, bundan sonra en az bir yıl orada yaşayacağınızı, belki de çok sevip hayatınızın sonuna kadar orada kalacağınızı bilerek gelmek epey garip bir his. Mesela bende şöyle oldu. Nedense kesinlikle turist gibi görünmek istemiyorum. O kadar güzel yerden geçip gidiyorum ama yanımda fotoğraf makinesi taşımadığım için bloga fotoğraf koyamıyorum pek. Çünkü boyunda asılı bir fotoğraf makinesiyle dolaşmak "çok turist" ve ben sanki insanlara yıllardır burada yaşadığımı ispatlanaya çalışır gibiyim. Daha da komiği, çantamda 4-5 haritayla gezmeme rağmen kalabalık yerlerde açıp bakmıyorum. Sanki avcumun içi gibi yürüyorum, sonuçta her gün en az 7 kez kayboluyorum. Komik geliyor size biliyorum ama garip bir "İngilizlilik" hali içerisindeyim. Umarım yakın zamanda geçer.


6. Londra'da okuyacağım ilk kitap benim için önemli olacaktı elbette. Yıllar sonra bile kitaplığımda gördüğümde "Aaa bu o kitap" diyecektim. Belki de bunu tahmin eden erkek arkadaşım bana pek sevdiğim Barış Bıçakçı'nın Aramızdaki En Kısa Mesafe'sini almış. Nasıl güzel, nasıl güzel... Yakın zamanda onun yazısını da hazırlayacağım. 

7. Hava nasıl derseniz, soğuk. Ben hiç üşeyen bir insan değilimdir, neden böyle oldu bilmiyorum. O kadar üşüdüm ki, dün gidip kendime polar pijamalardan aldım. Ama hani küçük çocuklara giydirilen tulum pijamalar olur ya, ondan. İşin garibi, Londra'nın güzel zamanlarını yakaladığımı söylüyor herkes. Yağmur yağmaması bile yetiyor sanırım bu insanlara, güneş ve sıcak hava gibi yüksek beklentileri yok. Kötü bir soğuk da değil öte yandan, dinç tutuyor.

8. Hava kirliği gerçekten korkutucu boyutlarda. Nereden anladım? Sabah ve akşamları cildimi tonikle temizliyorum. Sabahları pek bir renk değişimi olmuyor pamukta, ancak akşamları görmelisiniz! İlk gün bu temizlik işlemini tamamlayıp pamuğa baktığımda küçük bir şok geçirdim, pamuk simsiyah oluyor. Ama kesinlikle cildin ürettiği bir şey değil, zaten hiçbir cilt bir gün içinde o kadar kirlenemez kendi kendine. Hava kirliğine diğer kanıtım ise tırnaklar. Eğer tırnaklarınız uzunsa ve ojesizse sanki toprakla uğraşmışsınız gibi tırnak içleriniz simsiyah oluyor. Neyse, sekizinci madde epey mide bulandırıcı oldu, kusura bakmayın.

9. Ve Londra'da yaşayan insanlar... O kadar farklı ülkeden insan var ki burada, kendimi kesinlikle yabancı hissetmiyorum. Sanki herkes kendi işinde, dünyasında yuvarlanıp gidiyor. Hani Türkiye'de bir klasiktir bu, herkes birbirine çok bakar. Göz göze gelirsiniz, yine bakmaya devam ederler. Tüm bakmaların kötü niyetli olduğunu düşünmüyorum açıkçası, çünkü ben de bakıyorum. Sırf bakmış olmak için. Her neyse, birkaç günlük deneyimimden sonra diyebilirim ki, böyle bir alışkanlık yok sanki buradaki insanlarda. Tabii bunlar büyük genellemeler, istisnalar her zaman vardır.

10. Ve son olarak diyebilirim ki, şu an için her şey yolunda. Ancak bir an önce şu "turist olduğunu kabul etmeyen turist" modundan çıkıp ders tarafına geçiş yapmalıyım. Sokaklarda boş boş dolanmak güzel, ah bir de yaklaşan okul günleri olmasa (: Eğer özellikle merak ettiğiniz konular varsa Londra hayatına dair, yorum bırabilirsiniz, ben de bir sonraki yazılarda ondan da bahsetmeye çalışırım.

Şimdilik bu kadar.


25 Eylül 2013 Çarşamba

Londra yolunda neler oldu?

Bu sabah 9 civarında Londra. "Şanslısın, Londra'nın güzel havasını yakaladın" dediler bir de bana.

Londra’da odamdayım. Saat 19:30. Türkiye’de 21:30. Londra'da geçirdiğim ilk günün sonlarına yaklaştım. Yorgunluktan bacaklarım zonkluyor. Ancak ben işe dünkü yolculuğumu anlatarak başlamak istiyorum. 

Bu sabah 5 gibi (İngiltere saatiyle) kalktım. O kadar hassas bir bünyem varmış ki, ülkeler arası 2 saat fark olmasına rağmen jet-lag olmayı başarabildim. Yorgun uyandığım gün hiçbir toplu taşıma aracı kullanmadan kilometrelerce yürüyerek geçti. Ama halimden şikayet falan ettiğim yok, şimdiden şehre hayran kaldım. Şehrin kendisinin anlatılacak çok şeyi var ama daha sonra. Her neyse, yolculuğu merak ediyor olabilirsiniz. O zaman anlatayım.

Dün sabah 5 gibi kalktım, önce hatırlayamadım günün önemini. Yatakta kımıldamadan tavana bakarken “Aa ben bugün İngiltere’ye gidiyorum” diye ani bir aydınlanma yaşadım, ters dönmüş bir mide ve kalp çarpıntısı eşliğinde hazırlanmak için kalktım. Azıcık kahve, bol bol yaşlı kedi ve aileyle vedalaşma faslından sonra yola çıktık, havalimanına vardık. Pek kalabalık değildi, bavulu teslim ettim. İstanbul'a gidecek uçağa bindim, yanıma 2 aylık bebeği olan, yurtdışında yaşayan pek sevimli bir kadın oturdu. İçimden “Parmakları da ne küçükmüş... Teni de da saydam gibi... Hiç de ağlamadı...” diye diye zaten kısa olan yol bebeği incelerken geçti gitti. El bagajı olarak bir omuz çantam bir de sırt çantam vardı ve zaman ilerledikçe eziyet oldular. Omuz çantam boşken bile ağırdı, sapı inceydi. Bir noktadan sonra kolum omuz hizasından kopacak gibi hissettim. Sırt çantamın kendi hafifti ama içinde bir adet laptop, bir ipad, dosya vb. ıvır zıvırla dolu olduğundan epey ağırdı. Her neyse, Londra uçağını beklerken erkek arkadaşımla buluştum, beni yolcu etmeye geldi yani. İyi ki de geldi (Okuyursan, selam, el sallıyorum sana). Heyecandan mı yoksa sabah 9 gibi hamburger yemeye karar verdiğimizden mi bilmiyorum, hiçbir şey yemek istemedi canım. Zaman pıtır pıtır aktı, Londra uçağının vakti geldi. 2 hafta uzun süre ayrılmamak üzere buluşacağımızı bilmemize rağmen, sonu iyi biten romantik komedi filmlerinin hava limanı sahnelerini aratmayacak bir performans gösterip vedalaştık. Sonra da bir ara sonunun hiçbir zaman gelmeyeceğini düşündüğüm bir yola çıktım, “gate (uçağa binmeyi bekleme yeri)” sanırım olabilecek en uzak yerdeydi. Uçak 1 saatten fazla rötar yaptı. Rötar yüzünden Heathrow Havalimanı’ndaki (Londra’nın en büyük havalimanı) iniş sırasını kaybetti. Yarım saat boyunca Londra semalarında tur attık. Böyle anlattığıma bakmayın, galiba geçirdiğim en keyifli uçak yolculuklarından biriydi. Çünkü...

Önümde yüzlerce film olanağı vardı (hani koltuk arkası ekranlardan) -ki ben beç milyonuncu kez de olsa Harry Potter izlemeyi seçtim-, sol tarafımda yeni tanıştığım ve aynı okula gideceğimiz kişi vardı, iyi anlaştık bence. Ama esas bomba, sağımdaki amcaydı. Bu kadar sevimli, komik bir amcayla daha önce hiç konuşmamıştım sanırım. Ben ilk gördüğümde herhalde ellilerinde dedim. 76 yaşında olduğu ortaya çıktı. Ama son derece centilmen olduğundan el bagajlarımızı baş üstü dolaplara bile o yerleştirdi, biz “Aman yapmayın” desek de. Kendisi Kıbrıslıymış. Çalışmak için Londra’ya gelmiş zamanında ve burada evlenmiş, bir sürü çocuğu olmuş. Koltuk arkası ekranları çalıştırmak biraz zahmet istediğinden ona ben yardım ettim. ‘Aksiyonlu bir şeyler’ istedi film seçiminde. Hemen seçtik, “Amaaan boşver be kızım, açar açar kaparım, parayla değil ya filmler. Canım ne istersen onu izerim” dedi. Zaten üç buçuk saatlik yolculuk boyunca tahminen on beş filmi açıp, biraz izleyip sonrasında değiştirdi. Bir keresinde kulaklıklarını takmayı unutup bana “Kızım bir baksana bundan ses gelmez” dedi. Bir kere de film izlerken uyuyakalıp, uyandığında ekranın sağ köşesinde gördüğü kadını ben sandı, “Sen ne zaman benim sağ yanıma geçtin ki?” dedi. Böyle böyle geçti gitti yolculuk, indik. Tabii pasaport kontrolünde upuzun ve bir o kadar da karmaşık bir kuyruk beni bekliyordu, garip bir şekilde epey hızlı ilerledi ve geçtim. Artık Londra ile aramda hiçbir engel kalmamıştı.


Kalacağım yer ile havalimanı arası arabayla 40 dakika. Ancak köprü üstündeki kaza sebebiyle yollar çok tıkalıydı. Tüm yolculuk yorgunluğu üstüne bir de iki saate yakın bir araba macerası vücudumdaki son enerji kırıntılarını da alıp götürdü. Buna rağmen Nijeryalı taksi şöförüyle pek güzel muhabbet ettik. Odama vardığımda halihazırda 41 numara olan ayaklarım şiştikleri için çizmelerin içinde çıkmadı, uzun uğraşlar sonucu yorgun düştüm. Zaten bavulumu açmadan uyuyakaldım.

Londra'ya geliş maceram böyleydi, beklediğimden eğlenceli geçti. Herhangi bir aksaklık çıkmaması şansımın yaver gittiğini gösterdi. Umuyorum böyle devam etsin. Güzel şeyler olsun ve ben de buraya onları yazayım, size anlatayım. Kısacası, yediğim içtiğim benim olsun, ben size gördüklerimi anlatayım.

Londra maceram başladı bile. Oley.

22 Eylül 2013 Pazar

Londra'ya taşınıyorum!

Taşınıyorum.

Londra'ya. Gitmeme çok çok az kaldı. Daha önce de birkaç blog yazısında, laf arasında bahsetmiştim. Bu yazıyla bir seferde anlatayım dedim. 

Gitme sebebim okul. Erkek arkadaşım da geliyor. Onun da sebebi okul. Eğitim yani. Ben pek heyecanlıyım. Geçen hafta pek de heyecanlanmıyorum vize telaşı sebebiyle ancak şu an gerçekten ara ara karnıma ağrılar giriyor. 

Şu an tam bir bavul karmaşası içerisindeyim. 23 kilo hakkım var. Kulağa çok gibi mi geliyor? Değil. Ama sınırı da aşmamam lazım çünkü aşarsam kilo başına para vermek zorundayım. Zaten yazlık pek bir şey götürmüyorum, kita-defter hakkımı oradan alacaklarımdan yana kullanıyorum. Şimdilik bavulu çizme, bot, yağmurluk ve kalın kazaklarla doldurdum. 

"Eee peki kitaplar?" der gibisiniz. Radikal bir kararla sadece 1 kitap götürmeyi düşünüyorum yanımda, onu da yolda okumak için. Hem dediğim gibi kilo sıkıntısı var. E tabi bir de hava limanından kaldığım yere kadar o koca koca bavulları tek başıma taşımak var. Bu nedenle azla yetinmeye çalışıyorum.

Durum bu yani, önümüzdeki aylarda bloga Londra'dan yazıyor olacağım. Ve bence bu gerçekten hem benim için hem de blogu okuyan sizler için epey eğlenceli olacak. Neredeyse her gittiğim yeri, her adımımı buradan paylaşmayı düşünüyorum, fotoğraları da unutmadan. Ve bence, eğer düzenli yazmayı becerebilirsem, epey faydalı olabilir. Yurtdışına taşınmak nasıl bir şey, nasıl alışılır, nerede ne bulunur... Bu sorulara cevaplar yazmak biraz sıkıcı olacağından öyle yazmam ama "Londra Günlükleri"ni okuyanlar bence akıllarındaki sorulara cevap bulabilirler.

Bol şans dilerseniz işime yarayabilir (:

image

18 Eylül 2013 Çarşamba

Bol köpekli söyleşi


Blogda bir köpekler eksikti mi diyorsunuz yoksa? Demeyin. Pek güzel bir söyleşimsi olacak birazdan. Yine yardımcımız Facebook mesajları. Bu sefer mimar olan arkadaşımla konuşuyorum, hani demiştim, liseden en yakın iki arkadaşımdan biri (diğeri de Irene Adler). Ne konuşalım, ne konuşaım diye düşündük. Ben sonunda “Köpekler!” diyerek kararsızlığımıza bir son verdim. 
Hasır Şapka (evet takma ismi bu, çok güzel oldu bence) ile 2004 yılında, yani lisenin ilk yılında tanıştık. Ben ne kadar kedi seversem o da bir o kadar köpek severdi. İşin daha güzel yanı, o kedilerle, bense köpeklerle kaçamak flörtler yaşamaya pek hevesliydik. Ancak evimizin köklü sakinlerinin yeri hep ayrıydı. Hasır Şapka’nın daha o doğmadan evin bir bireyi olmuş köpeği Pamuk vardı, benim de 10 yaşımdayken kardeş yerine alınmış bir Siyam kedim. Yani ikimiz de hayvan sevmenin ne demek olduğunu biliyorduk. Ben bugün şefkatli oluşumun en büyük sebebi olarak hala yaşayan, 15 yaşındaki kedimi sebep bilirim. Hasır Şapka'nın iyi kalpliliği, tontişliği ise yaradılıştan diye düşünüyorum. Geçelim sorulara.
Okuyan Kedi: Merhabalar. Nereden başlasam bilemedim. Ama biraz gerilere gitmek istiyorum. Diğer yandan Pamuk’un tombik ve pek nonik hatıralarıyla da seni üzmek istemiyorum (Pamuk’u 2007’de, yaşlı ve pek şeker bir nineyken kaybettik). Yine de merak ediyorum, evde Pamuk’un varlığına dair ilk anın ne? Evde bir köpekle büyümek nasıl bir deneyim? Bazı aileler hijyen, sağlık vb. sebeplerden ötürü buna pek sıcak bakmıyorlar. Annen ve baban doktor. Onlar ne düşündü acaba bu konuda. Senin ve abinin Pamuk’la büyümesine rıza gösterdiklerine göre farklı düşünüyor olmalılar.

Hasır Şapka: Merhabalar.. Konuşmamızın konusu köpekler olunca, Pamuk ile başlamazsak eksiklik olurdu zaten. Senin deyiminle en nonik aile üyemiz eve geldiğinde ben 5 yaşındaydım. Daha doğrusu eve benim tarafımdan getirildiğinde.. Yazlık komşumuzun köpeği doğum yapmıştı ve sabah akşam bahçelerinde yavrularla oynamaya gidiyordum. Sonunda dayanılamayıp bir yavru evimize alındı tabii (o zamana kadar evcil hayvan olarak sadece kuşlarla yetinmiştik - hayvansever olsalar da çalışan anne-baba ve zaman yetersizliği gibi sebepler). İlk başta canlı bir oyuncak olarak algıladığım sevimli bir yaratık, zamanla kardeşim gibi sevip benimsediğim bir aile üyesine dönüştü. Pamuk'un evdeki varlığı ile ilgili ilk aklıma gelen şey kemirilmiş pijama paçaları ve koltuk kenarları oldu nedense. Her pijamada bir delik, her koltuk kenarında bir diş izi.. Yere uzanan perdeler de nasibini almış haliyle. Kısacası, her kumaş parçası bir çiğneme ve diş kaşıma tahtası olmaya mahkum. Hareket eden her cisim de hedef tabii. Böyle anlattığımda evde şikayetçi olan vardı diye düşünme, herkes çiğnenmeye razı (: Çünkü evde öyle bir canlı var ki, konuşamasa da türlü yollarla seninle sürekli iletişimde, kendini sevdirmeyi sevdiğinden çok daha fazla seni seviyor, karşılık veriyor, hasta olduğunda yanından ayrılmıyor, üzgünsen gözünün içine bakıyor, evde kahkaha duyunca heyecanlanıyor, temizlik varken oturduğu yerden kalkıp dolaşmaması gerektiğinin bile farkında.. Kısacası çocukluk yıllarımın en kıymetlilerindendir Pamuk. Dipdibe 12 sene.. Biraz arabesk kaçabilir ama köpek değil dost olarak, kardeş olarak. Hijyen konusunda söyleyebileceğim en önemli şey veteriner bakım ve kontrollerine özen gösterilmesi. Özellikle parazit açısından. Okuduğum kadarıyla tüy yutulması gibi durumlarda sağlığı asıl etkileyen parazit durumu ki bu da haplar, aşılar vb rutin bakımlarının parçası. Pamuk gibi sürekli evde ve insanlarla içiçe köpekler için banyo gibi ek temizliklerine -cinsten cinse değişir- de dikkat edildiğinde ciddi bir sorun olmadığı söyleniyor çoğunlukla. Dediğin gibi doktor anne baba çocuklarını emanet ettiğine göre içimiz ferahlayabilir (:


Okuyan Kedi: Ben Pamuk'un eve gelme hikayesini bilmiyordum! Bilmediğim diğer şeyse köpeklerin de koltuk düşmanı olduklarıydı. Bizim Siyami kaç koltuk kenarı parçaladı 15 senede hatırlamıyorum bile. Dediğim gibi, 10 yaşlarındaydım eve geldiğinde kedimiz. Annem, babam bir uzmana görünmelerini gerektirecek derecede evhamlıydılar. Her hafta doktora götürürlerdi beni. Bazen acaba sağ bacağım sol bacağımdan daha mı uzun diye, bazen az su içiyorum diye, bazen sabahları erken uyanıyorum diye. Tüm bunlara rağmen bana kedi almaya karar vermeleri çok ilginçti. Siyami eve ilk geldiğinde o kadar korkuyordum ki, o daha bebek ve kucağımda uyumak istiyor, ben o bana doğru geldiğinde bağırarak kaçıyordum. Bir hafta sonunda alışmıştım. Tabi veteriner kontrollerine çok düzenli gittik, şimdiye kadar da hiçbirimizde bir sağlık sorunu çıkmadı. İşin güzel yanı, babam da annem de öyle pek kedi meraklısı insanlar değildi. Şu an babamın kuyruğu gibi Siyami. O tuvalete girdiğinde kapıda bekler, babamı uyutmadan yanından kalkmaz. Anneme ne oldu dersen, onun da annesi oldu. Siyami'nin ne zaman karnı ağrısa anneme gider ağlayarak. Bilmiyorum, benim çok mutlu bir çocukluk geçirmemin en önemli etkenlerinden biri Siyami. En basiti, kendinden, ailenden ve arkadaşlarından başka birini sevmeyi öğreniyorsun. Bu çok önemli bence. Gelelim sıradaki soruya. Pamuk'tan sonra ailenize dünyanın en 'cool' köpeklerinden biri, Ardıç katıldı. Hayvanların karakterleri olduğunu söyleyince bazen insanlar gülüyor ama bence öyle. Ben Siyami ve Ayı arasındaki ayrımı o kadar ne görebiliyorum ki. Siyami tam bir eski zaman beyefendisi. Küçükken de öyleydi, büyüyünce de değişmedi. Ayı ise tam bir fırlama. Pamuk ve Ardıç'ı karşılaştırdığında neler aynı, neler çok farklı? Biraz da Ardıç'ı anlat tabii önce bize. Ardıç'ı ve ailesini.


Hasır Şapka: Pamuk'un koltuk düşmanlığı yavruyken geçerliydi aslında, sonradan tamamen bıraktı kumaş veya hareket eden cisim işlerini. 1,5 yaşına kadar yavru sayıldıkları için o kadar süre böyle yaramazlıklardan kolay kolay kaçış olmuyor. Köpekten köpeğe de değişiyor tabii. Mesela Ardıç için bu kumaşın çok ötesinde kapılar, çekmece kulpları ve yatak başlarıydı, özellikle ahşap olanlar.. Hala odamdaki iki çekmeceyi açarken olmayan çekmece kulplarını arıyor ellerim. Abimin 1 yıl sonunda atılan kıymıklarına ayrılmış yatak başlığı da apayrı bir hikaye. Ardıç 1,5 yıl apartman dairesinde bizimle yaşadıktan sonra yazlık bahçesine terfi etti. Şu anda 3 kişilik ailesiyle mutlu mesut bir hayatı var ve her haftasonu bizi evlerine konuk ediyorlar (: Ailesinden önce Ardıç'ın eve geliş hikayesini anlatayım istersen. Pamuk'u kaybettikten sonra evde öyle bir boşluk ve hüzün havası oluştu ki barınaklara bakmaya başlamamız sadece 3 hafta sürdü. Özellikle ben barınak konusunda ısrarcıydım ama baktığımız sırada yalnızca yaşça büyük köpekler vardı. Aslında buna kesinlikle karşı değilim, köpeğin alışması daha zor olabilir ama kesinlikle onlar da kalan hayatlarını seven insanların yanında geçirmeliler. Diğer yandan biz daha yeni bir köpeğimizi kaybetmiştik (uyutulmak zorunda kalmıştı ve gerçekten çok zor bir ayrılık oldu tahmin edebilirsin) ve yaşça büyük bir köpek kısa sürede yeni bir kayıp yaşamak demekti o zamanlar. Barınaklardan sonuç alamayınca veterinerimizle konuşmuştuk, bir yavru olması durumunda bize haber verilecekti. Birkaç gün sonra annemle yürüyüş yaparken bir Petshop önünden geçiyorduk ve bir boxer ile labradorun sarmaşıp uyuyor olduğunu gördük. Sonrasını tahmin etmek zor değil.. İçeri girilir, köpek kucağa alınır ve anında olanlar olur; karşılıklı bakışmalar, yumuşak tüyler, kucakta uyuyakalmalar ve ne olduğunu anlamadan evin içinde dolanıp duran, terliklerin üstüne uyuyakalan kapkara minik birşey. Bu arada çok önemli bir detay; Petshoplarda evcil hayvan satışı neyse ki azaltıldı ama hala devam edenler var. Kimisi çiftliklerden sağlıklı, mutlu köpeklerin yavrularını alırken çoğu için geçerli olan durum (arz-talep düşünüyoruz hemen tabii) damızlık dediğimiz köpeklerden alınan yavrular. Bu damızlık köpekler hayatlarını bir kafeste, dışarıya bile çıkarılmadan geçiriyor. Öyle ki kasları eridiğinden kıpırdayamaz hale geliyorlar ve yalnızca yemek yiyor, uyuyor, doğum yapıyorlar. Doğurdukları yavru da gereken süreden önce onlardan ayrılıyor. Hem fiziki, hem psikolojik açıdan inanılmaz acımasız bir durum anlayacağın. Biz sorduğumuzda belli bir çiftliğin adıyla söylenmişti Ardıç'ın doğum yeri. Aynı petshop kısa süre sonra hayvan satımını da tamamen durdurdu. Onların da bu konuda destekçi olduğundan haberimiz var en azından. Bu durum maalesef çoğu için geçerli olmuyor, umarım kısa zamanda bilinç artar bu konuda. Biraz uzattım ama bunlar sıkıntılı konular, anlatmak istedim. Gelelim Pamuk ve Ardıç'ın farklarına. Hem tipleri hem karakterleri arasında uçurumlar var. Pamuk küçük, beyaz, dişi ve kıvırcık; Ardıç büyük, siyah, erkek ve düz. Pamuk yaşı ilerledikçe sakin, uysal ve şımarıklığı eve dönüşlerde evde koşuşturmaktan öteye geçmeyen bir tip; Ardıç yaşı ilerleyip aile babasına dönüştükçe hiperaktifliğinden birşey kaybetmeyen, yaşça çok küçük oğlundan daha şımarık, her daim kaçıracak terlikler bulan, "yeni top" dediğinde oyanayacak yeni oyuncağı için salyalar akıtıp heyecandan eli ayağına karışan bir aile reisi. Pamuk'un sevmediği yemek gemiyor aklıma; Ardıç sadece havuç yemiyor, ekmek de pek tercihi değil nedense. Bunların yanında ikisiyle de düzgün cümlelerle anlaşabiliyorsun, komut değil konuşmalara cevap veriyorlar. Ailenin bir üyesi olduklarının çok bilincindeler, senden daha çok farkındalar. Ayrım kabul etmiyorlar. Yanlarındayken gizli iş çevirmene imkan yok, mutlaka 1-2 kelime anlayıp senden önce davranıyorlar. Mesela haberleri olmadan içeriden yemek alamazsın, dışarıya çıkamazsın, balkondaysan içeriye giremezsin. Böyle şeyler.. Ardıç ailesine gelirsek, hanımı Maya sokaktan eve alındı. Ardıç gibi o da siyah bir labrador ama küçükken çok şiddet görmüş insanlardan maalesef. Sonunda bizim bahçemizde aldı soluğu, şu an evinin hanımı, çocuklarının annesi. Ardıç ve Maya'nın 11 çocuğu oldu (1 tanesini ilk gün kaybettik maalesef ama 10 tanesi 2 ay bizimle kaldı). 9 yavruyu sevenlere dağıttık ücretsiz olarak. 1 tane bembeyaz tüy yumağı vardı. Ona dayanamadık, bizimle kaldı: Sakız. Sakız her konuda babasını taklit ettiği için kafasını fazla kullanmadı ve biraz saf kaldı diye düşünüyoruz. O da çoğu şeyi anlıyor ama Ardıç kadar iletişim kurulamıyor. Maya en sakinleri, sürekli kendini sevdirme çabasında ve en ufak şeylerden korkabiliyor küçükken yaşadıkları yüzünden sanırım. Özellikle Sakız ve Ardıç arasında sürekli bir kıskançlık var bize karşı. Hem çok iyi anlaşıyorlar hem de arada geriliyorlar. Ardıç en eskileri olduğundan bir noktaya kadar bizi paylaşabiliyor diye düşünüyorum.


Okuyan Kedi: Cinslerin de önemi vardır herhalde hayvanların davranışlarında. Ben köpek türlerini pek bilmem ama Pamuk kaniş miydi? Köpek sahiplenmek isteyenlere minik minik önerilerin ne olabilir? Mesela evde küçük çocuğu olanlar, yaşlılar, tüm gün evde olmayan çalışanlar... Kim nasıl bir arkadaş almalı yanına?


Hasır Şapka: Cinsler mutlaka etkili.. Pamuk poodle (dediğin gibi kaniş de deniyor halk arasında) terrier karışımı idi, Ardıç ailesi labrador. İnternette basit bir araştırmayla bile oyunculuk, bakım, çocuklara karşı tutum, diğer hayvanlara karşı tutum gibi özelliklerin karşılaştırmaları bulunabiliyor. Köpek sahiplenmek isteyenlere ilk önerim bilgileri yoksa iyi bir araştırma yapmaları. İnternetten ya da en yakın veterinerin yardımıyla yapılabilir. Köpek sahibi olan yakınlarına da danışabilirler, bu yazıda da gördüğümüz gibi sonsuza dek anlatabilir kedi köpek sahipleri bildiklerini ve yaşadıklarını (: Yaşadıkları mekan (apartman dairesi, bahçeli ev vb), sahip olunan diğer evcil hayvanlar, bakım ve gezdirmeye ayırabilecekleri vakit, oyuna ayırabilecekleri vakit, köpeğin yalnız kalacağı zamanlar varsa bunun süresi gibi etkenler farklı cinslerde farklı gereksinimler yaratıyor. Örneğin Beagle dediğimiz orta boy köpekler sevgisiz kalmaya dayanamayan, yalnız kalınca fazlaca ağladıkları ve ses çıkardıkları söylenen köpeklerken koruyucu, kimine göre ürkütücü görünen iri köpeklerin bazıları çocuklara aşırı düşkün olarak biliniyor. Ciddi olarak köpek sahibi olmayı düşünenler bu araştırmayı yapmalılar. Barınaklardan köpek sahiplenmek en güzeli ama mutlaka dikkat edilmesi gerekenler vardır. Barınakta köpekle ilgilenen ve karakteri hakkında bilgisi olanlara danışılması bir çözüm olabilir. En önemli (!) konu köpeklerin kesinlikle satın alınmış bir oyuncak olmadıkları ve 10-15 sene yanınızda yaşayacakları, bakım gerektirdikleri ve bunun düşüncesi göz korkutuyorsa veya sonuna kadar zaman ayırılacağına inanılmıyorsa, uygun ortam olduğu düşünülmüyorsa köpeklerin yavru hallerinin cazibesine kapılıp alınarak sonradan terkedilmemesi gerektiği. Benim fikrimi sorarsan, yalnızca sokağa bırakmak değil, beraber geçirilen yıllardan sonra köpeğin başka insanlara verilmesi de terketmek demek. Köpek sana bağlanıyor, belki de anne babası sanıyor, yıllarca herşeyi oluyorsun ve birden terkediyorsun, seni bir daha göremiyor, yabancı bir ortamda ne olduğunu anlamadan seni bekliyor, umudu kırılıyor ve adapte olma döneminde hem kendisi hem de yeni sahibi çeşitli zorluklar yaşıyor. Ortalama 10-15 yıl yaşıyorlar, bunun farkında olup bize verdikleri mutluluğun karşılığını vermeliyiz diye düşünüyorum. Onlar da canlı, onlar da hissediyor ve sevginin bilincinde oldukları kadar acı da çekiyorlar, bunu unutmamak lazım. Bir de sosyal mesaj: sokaklardaki köpekler de değerli, bir kap su ya da yemek onlar için çok önemli. Bu yapılamıyorsa yanlarından geçerken kafalarını okşamak bile günlerine mutluluk katabiliyor gördüğüm kadarıyla.

Okuyan Kedi: Bol mesajlı, sevgi dolu bir söyleşi oldu bence bu. Blogun takipçileri arasında kedi severlerin çok olduğunu biliyorum. Köpekler konusunda ne durumdalar pek fikrim yok açıkçası, yorumlara bakmamız gerekecek (: Aslında aklımda daha çok soru var ama onları da bir sonraki söyleşimize saklıyorum. Yine de senin eklemek istediğin bir şeyler var mı? Sana öpücükler, Ardıç ve ailesine de selamlar. Bu arada yukarıdaki fotoğraftaki sokak köpeğine de bayıldım. Senin fotoprafçılığın hakkında da konuşmalıyız bir gün!

Hasır Şapka: Benim için de baya keyifliydi söyleşi, istediğin zaman yine bolca anlatmaya, cevaplamaya hazırım. Cevapları kısa tutmaya çalıştım ama olmadı sanırım, affola. Blogundaki söyleşiler artarak, çeşitlenerek devam etsin Okuyan Kedi, bol şans ve öpücükler.

17 Eylül 2013 Salı

Tıp ve Edebiyat bir araya gelirse


Blogu bir süredir takip edenler ciddi bir hastalık hastası olduğumu bilirler. Bu nedenle hastalık muhabbetinden, hastanelerden koşarak kaçarım. Kendi kendime teşhisler koyup ne kadar ömrüm kaldığını hesaplarım. Sonra geçer, bir sonraki panki sürecine kadar. Bu nedenle de tıbbi herhangi bir şey kulağıma çalındı mı pıtır pıtır kaçarım. Geçer zamanla demeyin, geçmiyor. Aklımda vardı bir süredir tıp ve edebiyatın beraberliğinden doğan kitaplara dair bir liste hazırlamak. Dediğim gibi, bu konuda pek bir şey okumadığımdan yardımıma şu Goodreads listesi koştu. Ben de arasından gözüme çarpanları seçtim. Bakın bakalım, blogdaki tüm listeler gibi bu liste de katkı ve yorumlarınıza açık.
  1. Karısını Şapka Sanan Adam - Oliver Sacks
  2. Guguk Kuşu - Ken Kesey
  3. Frankenstein - Mary Shelley
  4. Gözyaşı Kapısı - Abraham Verghese
  5. Kız Kardeşim İçin - Jodi Picoult
  6. Sırça Fanus - Sylvia Plath
  7. Beni Asla Bırakma - Kazuo Ishiguro
  8. Dr. Jekyll ve Mr. Hyde - Robert Louis Stevenson
  9. Kelebek ve Dalgıç Giysisi - Jean-Dominique Bauby
  10. Beyindeki Hayaletler ve İnsan Zihninin Gizemlerine Doğru - V.S. Ramachandran
  11. Uyanışlar - Oliver Sacks
  12. Koma - Robin Cook
  13. Kolera Günlerinde Aşk - Gabriel Garcia Marquez
  14. Dr. Moreau'nun Adası - H.G. Wells
  15. Doktor Jivago - Boris Pasternak
  16. Cumartesi - Ian McEwan
  17. Körlük - Jose Saramago
  18. Sarı Duvar Kağıdı - Charlotte Perkins Gilman
  19. Stiff: The Curious Lives of Human Cadavres - Mary Roach
  20. The Immortal Life of Henrietta Lacks - Rebecca Skloot

Kitap düşkünlerinin korkulu rüyası: Kitap ödünç vermek


Kitap düşkünlerinin en büyük dertlerinden birine parmak basmayı planlıyorum bu yazıyla. Kitap ödünç verme işlemi kendisi.

Şimdi şöyle, en iyisi kendi deneyimlerim üzerinden anlatayım ben. Ben kitapları severim, sahip olduklarımı da iyi muhafaza etmeye çalışırım. Ama dünya değişiyor, biz değişiyoruz. 3 sene önceki blog yazılarıma bakıyorum da, o eski halimden eser yok şimdi. Eskiden nasıldı? Kitaplarıma çok nadiren kalem değdirirdim. Öyle satır altı çizmeler, işaretlemeler, not almalar kesinlikle benden beklenmezdi. Arkadaşlarımdan da öyle pek ödünç kitap almazdım. Okurken bile emanet dururdu kitap, illa sahip olayım isterdim. Zaman değişti, e tabi ben de değiştim (Çelik şarkılarına yaptığım göndermeleri anlayan 90lılara kucak dolusu sevgiler). Kitaplara notlar alıyorum, mürekkep lekeleri bile var. Ödünç kitap konusunda ise epey değişiklik gösterdim. “Sahip olma” kavramı başlı başına itici ve yorucu artık, bence. E tabi maddi açıdan da çöktürücü. Kütüphanelerden, arkadaşlarımdan daha fazla kitap almaya başladım. Mühim olan okumak zaten, öyle değil mi?

Şimdi ödünç verme/alma meselesi çetrefilli. Benim de herkes gibi çok dilim yandı. Tahminen benim de çoğu kişi gibi ödünç aldığım kitaplardan geri vermediklerim olmuştur, insanlık hali. Benim sitemim bu ödünç işleminde, ödünç aldığı kitabı bir ganimetmişçesine sahiplenenlere. Neyse, ödünç verme/alma işi çok mantıklı esasında. Öncelikle hesaplı. Hele kitap fiyatlarının bu denli uçuk olduğu zamanlarda. Sonra bu iş kesinlikle bir sosyalleşme alanı. Diyelim ailenizden çok da yakın olmadığınız birine bir kitap veriyorsunuz, ya da bir arkadaşınıza, sonrasında kitap geri gelirse, o kitap muhabbeti pek keyifli oluyor, birbirinizi de daha iyi tanıyorsunuz. Benim 3 yıldır blogda kısmen kendi kendime konuşmalarımdan oluşan bu işi siz birebir canlı kanlı insanlarla yapıyorsunuz. Üçüncüsü, hadi diyelim paranız var, nereye kadar kitap alınabilir ki? Nereye sığacak o kadar kitap? Bir de bunun şehirler arası, ülkeler arası taşınma işlerini düşünün. O kadar kitaba ne oluyor? Son zamanlarda kafamı kurcalayan bir soru. İnsanın başına gelmeden pek de aklına getirmiyor sanırım bu kısmı.

Kıssadan hisse, kitap ödünç alma/verme, hem hesaplı olmasından ötürü hem de kitap paylaşanlar arası ilişkiyi tatlılandırmasından sebep hoştur, güzeldir. Bir de şu kitapları alıp geri getirmeyenler olmasa. Size şöyle pek basit bir şey önerebilirim. Annem ben yokken evdeki kütüphaneye hakim olmuş, eşe dosta kitapları dağıtmış. Dağıttıkça da küçük not kağıtlarına kime ne verdiğini, kimden ne aldığını yazmış. Bir nevi bakkal defteri, veresiye usulü. Zaten herkes okuduktan sonra getirmiş, not kağıtlarına gerek kalmamış ama siz de belki kime ne verdiğiniz, kimden ne aldığınız unutmamak adına bunu uygulayabilirsiniz. Sonra da kitaplığınıza yakın bir yerlere koyasınız. Ben yine de aman kalbi kırılır, ayıp olur diye geri isteyemiyorum kitaplarımı ama olsun. Belki vermemesinin de bir sebebi vardır. Giden kitap olsun diyelim ve kitap ödünç vermekten korkmayalım. Bence. Geri de getirelim ama, lütfen.

16 Eylül 2013 Pazartesi

The Office


Yapılacak binlerce işim olmasına rağmen ben size The Office adlı diziden bahsetmek istiyorum.

Çok fazla dizi izleyen birisi değilim. Ama sevdiklerimden de bir türlü kopamam, tekrar tekrar izlerim. The Office o dizilerden biri. Ne zaman başladım bu diziyi izlemeye? 2012 başlarında sanırım. İlk bölümünden itibaren o kadar çok sevdim ki, hala aklıma gelince kocaman bir gülümseme oluşuyor. Sonra diziden sahneler aklıma geldikçe o gülümseme gürültülü kahkaya dönüşüyor. İşte böyle kendi kendime gülüyorum bazı bazı.

Şunu kabul etmek lazım, birilerine komedi dizisi tavsiye etmek zor. "Ay şahane bir şey önermişsin bana, gülmekten helak oldum!" tepkisini almak daha zor. Hele bahsi geçen dizi yabancı yapım olunca. The Office benim espri anlayışıma çok uygun. Türlü türlü saçmalık, çeşit çeşit insan ve tüm bunlar bir ofiste bir araya geliyor. E tabi bir de dizinin hep aynı mekanda geçiyor olması da ayrı bir alışkanlık yaratıyor.
  
The Office, 2005-2013 yılları arasında yayınlanmış, Emmy ve Altın Küre Ödüllü bir dizi. Amerika’da bir ofiste geçiyor olaylar ve mockumentary tarzında çekilmiş. Yani ortamda bir kamera var, karakterler kameranın farkında. Zaten dizinin hikayesi de ofis ortamını gösteren bir belgesel çekimine misafirlik yapıyor oluşu bu ofisin. Toplamda 187 bölüm var. Merkezde ise nevi şahsına münhasır patron Michael Scott. Kim gibi desem size bu adam? Bir kere bence son derece sempatik ama bir o kadar da kendini utanç verici duruma sokuyor. Beraber çalıştığı insanlar esasında onu seviyor ama biraz da bıkmışlar artık. Kötü niyetli kesinlikle değil, dediğim gibi, biraz garip sadece. Bir de onun sağ kolu, sosyopat Dwight Schrute. Şu isimleri yazarken bile kıs kıs gülüyorum. Başka kimler var... Sekreter Pam, ailemizin kızı gibi. Ve Jim, bana her zaman çok yakışıklı geliyor ve Pam’le olan ilişkileri bir lolipop kadar şekerli. Kevin ise, ofisin muhasebecisi ancak zeka seviyesi altı yaş civarında takılı kaldığı için ben aşırı seviyorum bu karakteri ve o ekranda belirdiği an gülmeye başlıyorum. En ısınamadığım tip ise Oscar sanırım, neden bilmiyorum. Phyllis ofisin teyzesi gibi, çok ani ve garip çıkışları var ama favorim değil. Angela ise televizyon tarihinin en uyuz ama bir o kadar da kedi aşığı dizi karakteri. Dwight ile aralarındaki ilişki ise baş döndürüyor. Ofis insanları bu kişilerle sınırlı değil ama benim aklımda en çok yer etmiş olanlar bunlar.

Ben neden seviyorum? Çünkü dediğim gibi, çok güldürüyor bu dizi beni. Galiba sevmediğim bir tane bile karakter/oyuncu yok. Çok uzun değil, yarım saat civarında. Yorucu kesinlikle değil. Ve çok gerçekçi. Olaylar, kişiler, tepkiler çok tanıdık her ne kadar farklı bir coğrafya ve kültürle karşı karşıya olsak da. Bu diziyi izlerken benim gibi insanlar arasındaymışım gibi hissediyorum. Hani Gossip Girl izleyip bambaşka dünyaların insanlarını keşfetmeye çalışmıyorum. Sete gitsem, o sahneye 'lak' diye dahil olabilme ihtimali iyi hissettiriyor.

Dizi finali yanlış hatırlamıyorsam 2013 yaz başında oldu. Erkek arkadaşımla bol bol ağladık. Bir diziden daha ötesiydi sanırım The Office bizim için. Şimdi düşününce, gerçekten çok fazla ağlamıştım ben. 

Peki bu dizi kimler sevebilir? Her bölüm aşağı yukarı birbirinden bağımsız. Çok sıkı bir takip zorunluluğu yok. Argo ve +18 sahneler, konular pek yok. Bu tür hassasiyeti olanlar için de uygun sayılabilir. Sıklıkla güldürse de bazı bölümlerinde salya sümük ağlayabiliyorsunuz, bu tür sürprizlere de hazır olun. Eğer siz de benim gibi farklı karakterleri izlemeyi seviyorsanız, bu dizi tam size göre.

Dizinin IMDB puanı 8.7/10. Dediğim gibi, komedi dizisi tavsiye etmek zor iş, ama bence bir göz atın, severseniz zaten bırakamayacaksınız. 

13 Eylül 2013 Cuma

Buz ve Ateşin Şarkısı / Taht Oyunları - George R.R. Martin


Şu yazıda artık blogda yakın arkadaşlarımın da yazılarına yer vereceğimden bahsetmiştim. Bu söyleşimsi şeyi de Irene Adler (mühendis olan arkadaşım) ile hazırladık. Bence pek keyifliydi, umarım siz de sonuna kadar okursunuz. Bence epey iyi bir yazı oldu (: Biraz uzun ama pek güzel. Aramızda mesafeler olduğundan, Facebook mesajları üzerinden hazırladık, orijinal haline neredeyse hiç dokunmadım. Bu "söyleşi" ilk olduğundan ötürü yorumlarınız epey önemli, azıcık vakit ayırıp hoşunuza gitti mi, gitmedi mi, haber verebilir misiniz?

Song of Ice and Fire, yani Buz ve Ateşin Şarkısı. Bu kitap serisinin adını söyleyelim sonra da sessizce saygı duruşunda bulunalım bence. O kadar iyi, o kadar sürükleyici.

Serinin yazarı George R.R. Martin. Sakallı makallı, bildiğimiz amca. Kafasının içinde bunca yıl neler tutmuş, şaşkınlık verici. Yapımcılar da bizim kadar şaşırmış olacak ki, dizisi de çekildi, hala da devam ediyor, belki duymuşsunuzdur ve hatta izliyorsunuzdur, Game of Thrones (Taht Oyunları). Ben dizisiyle 2011 Eylül’ünde tanışmıştım, gözümü kırpmadan (gerçekten, hiç uyumamıştım) yayınlanmış bütün bölümleri izleyip bitirmiştim. Sonra kitapları okumaya niyetlendim. İlk iki kitabı aldım ama araya dersler, başka kitaplar girdi, onlar unutuldular. Geçen haftadan beri ilk kitabı okuyordum, yeni bitti. E tabi, dizinin ilk sezonunu izlemiş olduğumdan çok heyecanlanmadım okurken ama yine de güzeldi. Dizinin neredeyse kelimesi kelimesine bir uyarlama olduğunu anlamış oldum. Şimdi benim için sırada ikinci kitap var. Bu arada ben Türkçe çevirilerinden okudum, fena değildi. Lafı uzatmadan mikrofonu Irene Adler'e devrediyorum. O biraz anlatsın. Sonra ben biraz daha yazayım, sonra o yine bir şeyler eklemek ister belki. Böylelikle bu kitap söyleşisini de Facebook mesajları yardımıyla hazırlayalım. Lafı açmak için ben birkaç soru atayım ortaya.

Okuyan Kedi: Merhabalar. Hemen başlıyorum sorulara. Sen serinin ilk önce dizisini mi izlemiştin yoksa kitaplarla mı başladın? Nedir genel olarak seri hakkında fikirlerin, görüşlerin, hislerin? Herhangi bir şeyi anımsattı mı sana, diğer eski serileri mesela? Kısacası nedir senin deneyimin ve hikayen?
Irene Adler: Ben önce ilk iki sezonu izledim yani serinin ilk iki kitabi olan "Taht Oyunları" ve "Kralların Çarpışması". Seriye önce dizi olarak başladığım ve çok beğendiğim için kitaplara başlamıştım, açıkcası hedefim dizinin sonraki sezonlarını beklerken meraktan çatlamamaktı fakat inanılmaz bir şey oldu ve kitaplarının diziden bile daha iyi olduğunu keşfettim. Bu kadar iyi bir dizi için şaşırtıcı bir durum bu. O ağzımız açık kala kala izlediğimiz olayları heyecandan hızlı hızlı nefes alıp bölüm bitince "Bu kadar da olmaz" diyerek okuyorum. Seri bana genel olarak günümüz dünyasını anımsattı. Buna ne yazık ki demek istiyorum ama kitapların ya da dizinin sıradanlaşması anlamında değil. Esinlenilen yerleri ve olayları keşfetmek insanı daha da heyecanlanıyor. Mesela "Braavos Rodos mu?" derken "Yok yok acaba Venedik mi, kanallar falan..." diyorum. Eski serilerle kıyaslama/benzerlik arama konusunda da; bu kadar klasik bir fantastik öge (ejderhalar) içeren bir serinin bu kadar insanın kendini içine koyabileceği bir atmosferde yansıtılması şimdiye kadar başarılmış bir şey değil. Yüzüklerin Efendisi ile kıyası abuk buluyorum çünkü orada iyiyle kötünü, siyahla beyazın savaşı daha pastoral bir şekilde anlatılırken Buz ve Ateşin Şarkısı'nda grilerin çatışmaları genelde şehirlerde geçiyor. Ejderha Mızrağı serisine de ne yazık ki bol bol vakit ve para vermiş biri olarak o konuyu açmak bile istemiyorum aslında ama onunla da kıyaslamam istenirse; yine yollarda dağda bayırda geçen ve her karakteri fantastik olan bir seriyle bahsettiğimiz serinin tek ortak yanının "ejderhalar" olduğunu söylemekle yetineceğim.

Okuyan Kedi: Pekii, karakterlere gelecek olursak ve diziyi de göz önünde bulundurursak, bazı karakterler çok seviliyor, bazılarından ölesiye nefret ediliyor. Bir de arada kalanlar var. Bu gruplamada kimi nereye dahil edersin sen? Mesela Tyrion epey şahsına münhasır bir abimiz. Tabii ben dizide de kitaplarda da senden geriyim, sonrasında neler olacak bilmiyorum. Dizinin ilk iki sezonu üzerinden yorum yapıyorum. Ne diyordum, hah işte karakterlerin kurgulanışı nasıl sence? Serinin kurgusu karakterlerin sabit tiplemeler olmayışları üzerinden mi ilerliyor acaba? Kimsenin bir sonraki adımı kestirilemiyor, böylelikle heyecan pıt pıt artıyor mu?
Irene Adler: Aynen öyle. Karakteri sevsem mi sevmesem mi diye karar veremiyorsunuz. Zaten bunu bize ilk başta belli ediyor, serinin Prince Charming'i diyebileceğimiz Jaime Lannister'ı ablasıyla yatakta yakalıyoruz, Jaime Bran'i itiyor fakat "aşk için yaptıklarım..." diyor bunu yaparken. Kalbi pıt pıt çarpan genç kızlarımız da "adam ikiziyle birlikte, ay resmen ensest çok iğrenç" mi desek "aa resmen aşık" mı desek bilemiyoruz. Her karakterin bir kişiliği var ve bu seride gerçekten kimse kutsal ya da masum değil. Arya sadece kurtulmak için değil intikam hırsıyla da saldırıyor, Tyrion o kadar iddialı bir karaktere sahipken hayatta kalmak için koşulları zorluyor. Her bölümde başka karaktere bağlanıyorsunuz. Her karakterin kusuru var ve içlerinden kusurlarını sevdiğiniz karakter favoriniz oluyor. Karakterler çok bizden, çok insan. Ejderha kanı ve Khaleesi olan Daenerys'in bile aslında bir genç kız olduğunu, aşık olup yanlış kararlar alabileceğini görüyoruz. Benim sanırım en sevmediğim karakter Bran. Son kitaptayım ve anca gittiği yeri ve amacı gördük ve "ee, bunun için miydi" diye bozuldum açıkcası. Spoiler vermemek için anlatmayacağım ama böyle bir yolculuğun, yanlarına katılan iki Jojen'in, Hodor ve yabanıl canımız ciğerimiz ablamızın daha keyifli bir maceraya atılmasıni bekliyordum sanırım. En haysiyetli, en büyümüş karakter Jon Snow, benim de favorim kendisi. "Siyah"ları kuşanmış olmasına rağmen en beyaz karakterimiz o. Kendini tamamen diyara adamış durumda. Arada hırsları ile mücadele etmek zorunda kalsa da sadık kalıyor. Belki de çocukca bir saflıkla kendini bir amaca teslim etmiş durumda. Hem özeniyorsunuz hem de hayret ediyorsunuz. Karakterin "piç" olması ve seride piçlerin insanlar tarafından hep geri plana itilmiş insanlar olmalarına karşı dimdik ayakta duruyor. Spoiler vermemek için burada tekrar kendi lafımı kesiyorum.

Okuyan Kedi: Ben bu aralar mekan analizlerine merak sardım, edebiyatta ve sinemada. Bu açıdan neler diyebiliriz sence? Dizi özellikle bunu incelemek için eşsiz bir maden. Karakterin içinde bulunduğu mekanla özdeşleşmesini sevmiştim, özellikle Khal Drogo'nun hikayesinde. E tabi kitaplarda da her bölümde merkezdeki karakterin ve onunla beraber mekanın değiştiğini görüyoruz. Tüm bunlar senin için nasıl bir okuma deneyimi oluşturdu? Beni yer yer yordu ama bir o kadar da hızlandırdı, şimdi nereye gidip kimin hikayesini dinleyeceğim dedirtti.

Irene Adler: Kitaptaki mekan ve zaman durumu biraz sıkıntılı ve başlangıçta okumayı zorlaştırıyor çünkü aynı hikayeyi ya iki kez duyuyoruz ya da çok önemli bir anı atlayıp sonra geri dönüyoruz. Ama ya kitaplara alıştıkça bunu okumak kolaylaşıyor ya da seri ilerledikçe bu sorun azalıyor. Aslında ikisi de, önemli olayların tekrarı ilerleyen kitaplarda çok ender görülüyor bunun yerine önemli bilgiyi/olayı biz biliyoruz gibi atlayıp sonra tekrar dile getirme yöntemiyle bizi zorluyor; acaba ben bunu okudum da unuttum mu dedirtiyor. Bunda en bariz örnek Jaime Lannister' ın elinin kesilme sahnesi. Dizide şok edici bir bölüm kapanışı olan sahneyi kitapta çok farklı bir şekilde, yaşanmış bir olay/ bir anı olarak görüyoruz. Mekanlar da karakterler kadar değişken, aynı mekan farklı karakterlerin hakimiyetiyle o kadar çok değişiyor ve önem kaybediyor ki... Şimdi spoiler vermeden tam şiddetiyle açıklamam mümkün değil ama Winterfell (Kışyarı) bu açıdan dikkatle takip edilmesi gereken bir örnek. Kuzeyin kalbi olarak başlıyor hikayeye bildiğimiz gibi. Mekanlarda daha önce de söylediğim gibi çok güzel ve okumayı daha keyifli hale getiren bir nokta da kendi dünyamızdan esinlenildiğini keşfetmek. Açıkcası en merak ettiğim yer Valyria ama o konuda bir "kıyamet"ten başka bir bilgi yok. Bu da başka yerlerde, dinlerde veya efsanelerde "kurgulanmış" olan bir şehirden/ülkeden esinlenildiğini düşündürtüyor (bu konuda duyarlı arkadaşlar lütfen alınganlık yapmasın neyden bahsettiğim kesin değil sonuçta, nerden esinlendiğini ancak yazar kesin olarak bilebilir) Kings Landing de tam bir başkent. Bizdeki anlamıyla değil yani, Ankara gibi değil, İstanbul gibi bir başkent. Aslında gitmemiş olsam da New York'tan esinlenilen noktaları olduğunu düşünüyorum, bir başkent olduğu halde "evsiz" insanlara sahip olmasıyla mesela. Zenginliğin içindeki fakirlik, pis kokular, aç insanlar... Hem yaşamak isteyeceğiniz hem karmaşasından kaçmak zorunda hissedeceğiniz bir başkent kısacası. Stannis ile mekanları bağdaştırmak istiyorum çünkü Stannis kitap boyunca hep karakteri gibi soğuk ve kasvetli yerlere gidiyor, ya da Stannis'in gittiği yerler zihnimizde birbirine benziyor. Daha önceden tanıdığımız mekanları bile daha keyifsiz bir yere getirmeyi başarıyor Stannis Baratheon, first of his name. (Bu yazdığım Stannis gezdikçe anlaşılacak, şimdi nerelere gideceğini yazmayacağım tabi ki) Özgür şehirler ise tam bir muamma. Onları anlamak için sanırım biraz tarihle ve eski şehirlerle ilgili olmak gerek. Ama Orta Doğu'daki zamanında medeniyetlere ev sahipliği yapmış eski şehirlerden esinlenildiğini düşünüyorum, Mereen'li kısımları okumuş olanlar dediğimi anlayacaktır. Ayrıca Qath'da dendiği gibi, bahsedilen şehirler hep çok eski şehirler, batıdiyardan daha eski, buradan da doğu (bizim dünyamızdaki doğu) olduğunu anlayabiliriz. Ayrıca baharat ticareti vesaire... Aslında dünyamızdan daha az çirkinmiş şimdi fark ettim, en azından sadece batıdiyar hüküm altında, özgür şehirlerde zenginlik kendi içlerinde kalıyor. Böyle giderse ben spoilera koşacağım o yüzden bu soruya cevabımı burada bitiriyorum, aslında her mekan, her karakter her ayrıntı çok güzel ve değerli, düşündükçe keyif veriyor ama bunlar ilk aklıma gelenler.

Okuyan Kedi: O zaman son bir soruyla bu yazıyı noktalayalım, zaten epey uzun oldu. Ama okuyanlar bu seri hakkındaki yazımızı sever, "Bize biraz daha bu seriden bahsedin" derlerse devamını yazarız. Sence bu kitap serisini, diziyi kimler sevebilir, kimlerin pek hoşuna gitmeyebilir?

Irene Adler: Bence bu seriyi "ay aman orta çağ, kaleler falan, istemez" diyen insanlar bile sevebilir. Nereden mi biliyorum, kendimden biliyorum, kitaplarda sorun yok ama günümüzde (ya da gelecekte) geçen dizileri tercih ediyorum. "İyi de o bizim dünyamız değil dolayısıyla orta çağ değil" diyenler de olacaktır ama benim anlatmak istediğim anlaşıldı diye düşünüyorum. O kadar alakasız zevklere sahip insanların ortak noktası oldu ki bu dizi, "kim sevmez?" Sorusuna verilebilecek cevabı bulamıyorum ama HBO'nun tarzından hoşlanmayan seyirciler rahatsız olup izlemeyi bırakabilir (özellikle ilk sezonda bol bol cinsellik var, bazen rahatsız edici düzeyde olabiliyor)

12 Eylül 2013 Perşembe

Pek yakında

 
 
George R.R. Martin'in pek ünlü kitap serisi A Song of Ice and Fire (Buz ve Ateşin Şarkısı), ve daha sonra bu serinin dizi uyarlaması olan Game of Thrones (Taht Oyunları) hakkında blogun yeni üyelerinden --- ile beraber hazırlamakta olduğumuz pek eğlenceli ve bir o kadar da bilgilendirici yazı yakında blogda!
 
* Henüz bir rumuz bulamadığımız için şimdilik --- ile idare ediyoruz.

Anonimliğim yavaş yavaş azalırken, güzel bir haber

İki gündür annem evde olmadığından kahvaltılarım buna benzer bir çizgide şekilleniyor

Anonim yazmayı seviyorum. İçinde bulunduğum hayattan, tanıdığım insanlardan farklı bir alan yaratmamı sağladı, sağlıyor. Elimdekileri sevmememden değil de, aklıma geleni, olduğu gibi yazabilecek bir yere sahip olduğum için şanslıyım bence. Ki zaten bu şans artık internet ve sosyal medya sayesinde herkese nasip oluyor. 

Geçen sene ilk defa erkek arkadaşıma bahsetmiştim bu blogdan, biliyorsunuz zaten. Dün de yakın arkadaşlarıma bahsettim, üç kişiye.

Dediğim gibi, anonim olmak güzel. Günde yüzlerce kişi ziyaret ediyor blogu. Hava atmak için söylemiyorum, ama düşünün bu insanların her biri birbirinden o kadar farklıdır ki. Onlar okudukları yazıların nasıl biri tarafından yazıldığını bilmiyorlar, ben de kim için yazıyorum onu bilmiyorum. Mesela yemek yerken ağzımı şapırdatıyor muyum, sinsi miyim, kimse bakmazken burnumu karıştırıyor muyum bilmiyorsunuz (: Tek ortak noktamız benzer ilgi alanlarına sahip olmak ve internete erişimimizin olması. E tabi birbirimizi derinlemesine tanımayınca yargılamıyoruz da, o en güzeli zaten. Tüm bunlara rağmen gelen mailler, yapılan yorumlar sanki sizi uzun yıllardır tanıyorum gibi hissetmeme yol açıyor. O kısmı zaten çok eğleceli. Anonim olmanın çekiciliğine kapılıp birilerinin kalbini kırmıyorum diye de düşünüyorum, en azından buna çok dikkat ediyorum. Yazılarda sık sık yazım hatası yapıyorum belki ama saçma sapan bir şeyler söylemediğimden emin olmak için tekrar tekrar okuyorum. Her neyse, artıları ve eksileriyle, ben bu blogda yazarken hala anonimim, ama artık yakın arkadaşlarım Okuyan Kedi’nin kim olduğunu biliyorlar.

Bu yazıyı neden yazıyorum peki? Dün onlara bu gizli kimliğimi açıkladıktan sonra bir şeyler yazmak isterler mi diye sordum? Hemen birkaç fikir atıldı ortaya. Yani yeni yeni yazarlar olacak gibi bundan sonra blogda, ve bence bu çok güzel bir şey. Umarım siz de benim kadar heyecanlanıp mutlu olmuşsunuzdur. Yazılarını yayınlamadan önce onları ayrı ayrı tanıtırım ama kısaca anlatmak gerekirse, biri ilkokuldan arkadaşım, sahip olduğum ilk arkadaşlardan biri. Diğer ikisi ise liseden. Artık hepimiz koca kadınlar olduk, ve bunu farketmek çok ilginç. Üçününün farklı yaşlarda tanıdıkları 'ben'i bir araya getirince galiba şimdiki ben ortaya çıkıyor bir de. Arkaşım oldukları için çok şanslıyım, adları aklıma gelince bile gülümserim,, rüyalarımda en çok onlarla maceradan maceraya koşarım.


Şimdi geriye kalan tek şey, onlara da takma isim bulmak (:

10 Eylül 2013 Salı

Kitap söyleşileri gibi gibi


Eylül ayının gelmesine birçok sebepten ötürü seviniyorum. Bunlardan biri de blog ziyaretçilerinin sayısının artması. Her yaz olduğu gibi bu yaz da blog epey sessizdi, her ne kadar ben sık sık yeni yazılar eklemeye çalışmış olsam da. Her blog için gerçerli mi bu durum acaba?

Bu sene blogda epey bri yenilik olacak gibi. Bunlardan biri de şu. Bugüne kadar kitap yazılarını hep ben yazdım. Bundan sonra, ara sıra, erkek arkadaşımla bir kitabı aynı anda okuyup sonra hakkında birazcık söyleşi tadında bir şeyler hazırlamayı planlıyoruz. Daha çok sohbet tadında gerçekleşecek bu ‘şey’e dair aklımızda soru işaretleri elbette var.

Öncelikle, ne tür kitaplar okumalıyız ondan emin değiliz? Belki yakın zamanda 10-15 kitaplık bir anket sonucunda hep beraber karar verebiliriz. Ne dersiniz? Klasik Türk edebiyatı, Dünya edebiyatı, çok satanlar, fantastik edebiyat, biyografiler... Seçenek çok, aklımız karışık.

Benim aklımda, ikimizin kitap üzerine konuşmalarını kayıt cihazıyla kaydedip sonra onu yazıya dönüştürmek var. Ama belki ses kaydını da koyabiliriz, daha farklı ve eğlenceli de olabilir. Video için erken daha galiba (:

Hangi kitabı okuyacağımızı bir süre önceden duyuruz diye tahmin ediyoruz, belki katılmak isteyenler de olur.


Şimdilik epey havada duran bir fikir, siz de yorumlar kısmına ne düşündüğünüzü yazarsanız beraber şekillendirebiliriz.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Eski saatler tıkır tıkır çalışıyor


Eğer sizin de aileniz eski eşyaları atmayıp da biriktirenlerdense, bence şanslısınız. Tek sıkıntı, eviniz biraz kalabalık olabilir. Bizim evde annemin üniversite kitaplarından tutun da, anneannemin gençliğinde giydiği etekleri bile bulabilirsiniz. Bu kargaşadan elime geçen son ganimetse anneannemin 35 yıllık saati.

Aslında çok eskiden beri ara sıra bu saat elime geçer, öyle çok ahım şahım bir özelliği yok. Sade, ben bu sadeliğini epey seviyorum. Bir şekilde tamir edilebilirse yeniden kullanılabilir bir şey olduğunu ise yeni anladım. Bundan önce, özellikle küçükken, evcilik oyunlarımın bir parçasıydı sadece. 

Bugün saati alıp, evin yanındaki saatçiye gittim. Saatin içi oksitlenmiş. Benim için pek bir şey ifade etmedi tabi bu durum. Saatçi amca birbirinden acayip aletlerle saatin üzerine eğilip onu kurcalamaya başladı. Kısa süre içinde de tekrar kullanılabilir hale getirdi, bir de gereğinden ince bileklerime göre ayarladı. 

Yeni değil, parlak hiç değil. Sade ama bence hala güzel. Belki benim gibi saat kullanmayı pek de bilmeyen birine bu alışkanlığı kazandırır. Eğer sizin de evlerinizin bir köşesinde eski saatleriniz varsa bir saatçiye gösterin derim. Tüm değişim ve yeni pil takımı bana 20 liraya mal oldu. Vintage* halim ise kat kat arttı. Kolum da son derece yanık gördüğünüz gibi, bronz bile denebilir. Kol çillerim de her zamanki gibi İzmir güneşinin hediyesi.


*Vintage ne diyenlere hemen açıklayayım.Daha önce kullanılıp saklanmış, bir şekilde tekrar kullanılmaya başlanmış eşyalara verilen ad. En azından benim bildiğim tanım bu.

Ajandanın diğer sayfaları


Ajandamın taslağı tamamlandı. Gün planlama sayfasını dün paylaşmıştım, bugün de geri kalan sayfaları ekliyorum. Umarım size de yardımcı olur.

Özellikle Facebook kullanmayanlar için arkadaşların doğumgünlerini hatırlamak epey zor. Ben klasik liste yöntemine alternatif olarak şöyle bir şey kullanıyorum bir süredir. Kesin benden önce keşfedip internete koyan olmuştur, zaten yapması da çok basit. Bir daire çizdikten sonra daire içinde herhangi bir nokta belirleyin ve sonra cetvel yardımıyla da daireyi parçalara ayırın. Sayıları ve isimleri ekleyin sonra da. Bence epey kullanışlı. Hatta belki küçük çocuklar için duvar boyunda yapılabilir, sınıf arkadaşlarının doğumgünleri yazılabilir. İlla ajanda boyunda olmasına gerek yok yani. Fotoğrafta Ekim'in 31. günü eksik maalesef (:

Alışveriş listesi içinse minik minik kağıtlara yazıp, onları daha alışverişe gitmeden kaybetmekten usandığım için böyle bir şey hazırladım. Ajandanın en arkasına eklemeyi düşünüyorum. Aklıma geldikçe listeye ekleyebilirim alınacakları. Bu tip listeleri bir süredir kullanıyorum, epey faydasını gördüm. Hatta bazen aldığım ya da alacağım ürünün fiyatını da ekliyorum yanına, hesap işlerinde kolaylık sağlıyor.

Bu sene düzenli bir şekilde tutmak istediğim iki liste var. İlki, elbette okuduğum kitaplar. Diğeri ise izlediğim filmler. İki liste de son derece basit olacak. Kitaplar için: kitap adı, yazar, okuduğum tarih ve kaç yıldız verdiğim; filmler için de, filmin adı, yönetmeni, izlediğim tarih ve kaç yıldız verdiğimin olacağı tablolar olaak. Siz kendi ajandanız için boşlukları, kategorileri değiştirebilirsiniz.

Tabi bir de en arkaya blogda yazmayı düşündüğüm konuları not alacağım boş sayfalar bıraktım. Her ajanda da mutlaka olan telefon rehberi gibi şeyi koymadım çünkü pek ihtiyacım olmuyor, telefonum ortadan kaybolmadığı sürece. Belki minik bir harita ekleyebilirim arka tarafa, şehir ve dünya haritası. Tabii bir de metro haritası epey yardımcı olabilir.Bahsettiğim ön ve arkaya minik cepleri de yapmayı düşünüyorum, tahminen renkli bantlardan yardım alırım onları hazırlarken.

Bu haliyle ajandamın taslağı bitti. Sırada tüm bunları esas deftere geçirmeye geldi.

Bu arada, kullanacağınız kaleme dikkat edin, özellikle cetvelle bir şeyler çizecekseniz. Yoksa benim bu taslaklarımda olduğu gibi lekeler olabilir.


Ve son olarak, eğer siz de bu yazılardan sonra kendi ajandanızı hazırlamaya karar verdiyseniz, kafanızdaki taslağı yorumlara bırakırsanız ne güzel olur. Benim unuttuğum, atladığım bir yerler mutlaka vardır, belki siz yakalarsınız.


8 Eylül 2013 Pazar

Benim ideal ajanda sayfam ve birkaç öneri


Kendi Ajandamı Nasıl Hazırladım? yazısını bir kerede uzunca yazmaktansa böyle parça parça anlatmak istedim. İşte bu da benim ideal ajanda sayfam.

Öncelikle, ajandaya dönüştürmek için evde boş boş duran çizgili defterlerden bir tanesini seçtim. Çok kalın değil, en faz üç aylık bir ajanda olacak tahminen. Böylelikle hem çantamda çok ağırlık yapmayacak, hem de eper hazırladığım bu taslaktan sıkılırsam yerine farklı bir şeyler deneyebileceğim.

Benim hazırladığım, yukarıda gördüğünüz sayfa düzenine gelecek olursak, "Bugün Yapılacaklar" kısmı geniş geniş ve ben bu taslağa eklemeyi unutmuş olsam da, yaptıkça işaretlemek üzere minik kutucuklar var. "Ne çalışılacak?" kısmı da önemli benim için, aldığım dersler, okumam gerekenler, teslimler hiç bitmediğinden. Diğer minik yerler size biraz saçma ya da komik gelmiş olabilir ama açıklayabilirim.

Buna benzer taslakları internette gördüm ve gerçekten çok işe yarar göründü gözüme. Siz su içmenin önemini kavramış insanlardan olabilirsiniz ancak ben bunu 23 yılda başaramadım. Çok az su içiyorum, susamıyorum, aklıma bile gelmiyor. Belki böyle bir ajanda sayfası bana su içmem gerektiğini hatırlatır. İçtiğim her bardak su için bir çentik atmayı planlıyorum. Meyve sorunum da su sorunuma benziyor, pek meyve de yemiyorum. Kısacası ben çok sağlıklı beslenmiyorum. Meyve kutucuğuna da yediğim her meyve için bir çarpı koymayı düşünüyorum. 

"Sayfa" kısmına o gün okuduğum toplam kitap sayfasını yazmayı planlıyorum. Ay sonunda toplam kaç sayfa okuduğumu hesaplamak eğlenceli olabilir. "Para" kısmına ise günlük harcamalarımı eklemeyi düşündüm. Günlük bir gelirim yok, neden 'artı' koydum bilmiyorum. Onu düzeltmem lazım. 'Blog' kısmında da, o gün yeni yazı eklediysem kutuya bir işaret koymayı planlıyorum.

Bana şu haliyle epey kullanışlı geldi. Ajanda hazırlamayı düşünenlere bir kaç önerim var:

  • Siz de benim gibi, önceden bir şeyler düşünmek, taslak hazırlamak için defterinizden 2-3 sayfa ayırın. Sonra da en sevdiğiniz haline karar verdikten sonra ajandayı oluşturmaya başlayın.
  • Ancak ajandayı oluşturmadan önce elinize kalem-kağıt alıp düşünün. Sizin için bir ajandada neler olması lazım? Mesela benimkiler şunlar:
    • Günlük planlayıcı
    • Aylık planlayıcı
    • Doğumgünü listesi
    • Alışveriş listesi
    • Okunmuş Kitaplar Listesi
    • Konferans Listesi
    • Arka ve ön kapağa minik cepler
    • Blog fikirleri için bol bol boş sayfa
  • Evet, her gün için elinizle bunu hazırlamak biraz oyalayıcı olabilir. Benim önerim, bir oturuşta 365 günü hazırlamamanız, zaten kimse de buna cesaret edemez sanırım (: Bir taslak çıkarın, onu bir ay için hazırlayın. Yani 30 sayfalık hazırlayın, bir ay boyunca kullanın. Eğer kullanışlı gelirse, sonraki ayı da hazırlayın. Baktınız olmadı, yeni bir şeyler hazırlayın.
  • İster bu ajanda için evinizdeki boş defterleri kullanın, ister kullanılmış defterlerinizden arta kalmış boş sayfaları delgeçle deldikten sonra minik boyda bir klasöre geçirin. İkisi de işinizi görür, hem de son derece hesaplı olur.
  • Cesaret edip çizgisiz deftere hazırlarsanız ajandanızı, ve çizim kabiliyetiniz de varsa, her sayfaya belki minik minik bir şeyler çizebilirsiniz.
  • İnternette "daily planner" diye arattığınızda epey alternatif gelecek önünüze, onlardan fikir alabilirsiniz.
  • Eğer sizin de benim gibi çantanız her zaman çok ağırsa belki minik, ince bir defter alıp aylık ajandalar hazırlayabilirsiniz. 12 minik defteri renkli renkli kaplar ve onlara minik bir kutu ayarlarsanız, kimsede olmayan bir ajanda setiniz bile olabilir (Moleskine sanırım böyle bir şey çıkarmıştı).
  • Benim hazırladığım size çok renksiz gelmiş olabilir. Ben sadece siyah kalem kullandım, çünkü yazılarda renkli kalem kullanmayı planlıyorum. Siz isterseniz çok daha neşeli, renkli, simli, çıkartmalı vs. bir sayfa hazırlayabilirsiniz.
  • Benim defterimin sayfaları çok kalın değilmiş. Siyah kalemi de böyle bol bol kullanınca elbette sayfanın arkasına geçti. Ama bence kötü olmadı, böylece bana not almak için bol bol alan kaldı. Yani bu sayfanın arkası da 1 Ekim'e ait. Kimin ajandasında bir güne iki sayfa düşüyor başka (:
  • Ben özellikle cetvel kullanmadım, çünkü yamuk çizgiler bana daha sevimli geliyor. Siz net çizgilerden yanaysanız, cetveli hatta belki pergeli yanınızdan eksik etmeyin.
  • Su, meyve, blog yerine neler koyabilirsiniz? Belki o akşamın yemekte ne olacağını ekleyebilirsiniz. Randevulara daha geniş yer ayırabilirsiniz. Eğer her gün yapmanız gereken bir şey varsa (kediye mama koymak, ilaç içmek vs.) onu ekleyebilirsiniz. Sporla ilgili bir şeyler konulabilir belki? Benim aklıma şimdilik bunlar geldi.
Kendi Ajandamı Nasıl Hazırladım? yazıları bunla sınırlı kalmayacak. Tahminen yarın, ajandamın geri kalan sayfaları için neler planladığımı göreceksiniz. Alışveriş listeleri, aylık planlar için de aklımda birkaç fikir var. Bir de üstte gördüğünüz sayfa düzenine alternatif bir şeyler hazırlamaya çalışacağım. 

Umarım beğenmişsinizdir (: